Senfonik Bir Rüya Gecesi
Gülistan Sinanoğlu
Artık bizim de devlet tiyatromuz var, biliyorsunuz. Her hafta temsil var, zaman zaman da konserler ekleniyor buna. Konser deyince yanlış anlaşılmasın, senfoniden bahsediyorum. Geçen perşembe akşamı İzmir Senfoni Orkestrası vardı. Bunu bir hafta önce öğrenmiş ve gitmeyi planlamıştım.
Orkestranın ününü daha önce duymuştum. Ama bu kadarını beklemiyordum doğrusu.
Biz seyirciler koltuklarımıza oturduktan ve orkestra üyeleri yani müzisyenler de yerini aldıktan hemen sonra şef gelip kısa bir sunum yapıyor. İlk parça Hendel'den Mesih Oratoryosu. Hendel bunu yaşadığı bir hastalık sonrasında bir hafta kapanıp kimselerle görüşmeyerek yazmış. Eserin, toplamda 250-300 sayfadan oluşup tam üç saat sürdüğünü söylüyor şef, ama çalınacak olan bölüm sadece uvertürü. Hendel bu eserden para kazanmayı kesin bir dille reddederek şöyle demiş; “Bu eseri ben yazmadım. Tanrı bunu yazmam için bana yeniden nefes verdi.” Bu yüzden de konser gelirlerinin tümünü kilise yoluyla muhtaçlara bağışlamış.
Uvertür gerçekten güzel. İnsanın ruhuna etki eden bir şey. Bazı hastalıkların tedavisinde müzik kullanıldığını göz önüne alırsak eğer, bu tespit yanlış da sayılmaz.
Uvertür bittiğinde alkışlar biraz gecikmeli geliyor. Çünkü biz, biraz acemi bir izleyici grubuyuz. Ne de olsa tiyatro, opera ya da senfoniyle yeni yeni tanışıyoruz.
Şefika Kutluer çok beğendiğim bir flüt sanatçısı. O da üç parça çalacak. Şefin anonsundan sonra alkışlar arasında sahneye geliyor. Siyah işlemeli tuvaleti içinde sade ve şık. Kısa bir konuşma yaparak memnuniyetini belirtiyor ve seslendireceği parçanın İsviçreli bir rahibin hikayesi olduğundan bahsediyor.
O çalarken ben müziğin bir dili olduğunu düşünüyorum. Öyle bir dil ki dünyanın bütün dillerine kolayca dönüşebilir. Herkes onu anlayabilir. Müzik öğretmenliği yaparken öğrencilere müziğin bir dilinin olup olmadığını sorardım. Cevap hep aynıydı: “Yoktuuuur!” Sonra farklı müzikler dinleterek neler hissettiklerini söylemelerini isterdim. Dersin sonunda cevap hep değişirdi; “Müziğin de bir dili vardır!”
İsviçre denilince ilk akla gelen Alpler oluyor ama bu parça onları değil kırları çağrıştırıyor. Hem hüzünlü hem de insana kırları ve oralarda koşuşan yavru kuzuları anımsatan bir ezgi bu.
Galiba İsviçre'de mevsim bahar...
Ara verildiğinde Şefika Kutluer'in albümleri satılacak. Mutlaka almalı ve kızlarımdan birinin adına imzalatmalıyım. Çünkü hemen o anda kurduğum bir hayal var; Tatlı bir genç kız elindeki albümü sevgilisine gösteriyor ve diyor ki; Bak, bunu anneannem yıllar önce alıp annem için imzalatmış...
İkinci parça aynı zamanda Kutluer'in yakın arkadaşı da olan ve şu anda hastalığından dolayı hastanede yatmakta olan Jose Elizondo'nun bir eseri. Kutluer seslendirmeye başlamadan önce Jose için iyi dileklerimizi rica ediyor. Başkalarını bilmem ama ben çok içten gönderiyorum.
O çalarken bir müzisyen olmayı içimden geçiriyorum. İşte bakın benim de keşkem varmış. Eskiden, yani biz üniversite sınavlarına hazırlanırken kimin neye ilgi duyduğu önemli değildi. Puanın nereyi tutuyorsa o okula gidiyordun. İnsanın en sevdiği alanda çalışmasının gereği üzerinde durulmuyordu.
Üçüncü parça gene Elizondo'dan Tango. Flüt ve kemanın ortaklığı olağanüstü güzel. Kemanı klasik müziğe çok yakıştırıyorum nedense.
Ara verildiğinde Şefika Kutluer'in albümleri satılacak. Mutlaka almalı ve kızlarımdan birinin adına imzalatmalıyım. Çünkü hemen o anda kurduğum bir hayal var; Tatlı bir genç kız elindeki albümü sevgilisine gösteriyor ve diyor ki; Bak, bunu anneannem yıllar önce alıp annem için imzalatmış...
İkinci parça aynı zamanda Kutluer'in yakın arkadaşı da olan ve şu anda hastalığından dolayı hastanede yatmakta olan Jose Elizondo'nun bir eseri. Kutluer seslendirmeye başlamadan önce Jose için iyi dileklerimizi rica ediyor. Başkalarını bilmem ama ben çok içten gönderiyorum.
O çalarken bir müzisyen olmayı içimden geçiriyorum. İşte bakın benim de keşkem varmış. Eskiden, yani biz üniversite sınavlarına hazırlanırken kimin neye ilgi duyduğu önemli değildi. Puanın nereyi tutuyorsa o okula gidiyordun. İnsanın en sevdiği alanda çalışmasının gereği üzerinde durulmuyordu.
Üçüncü parça gene Elizondo'dan Tango. Flüt ve kemanın ortaklığı olağanüstü güzel. Kemanı klasik müziğe çok yakıştırıyorum nedense.
Bu arada şef iki metrekarelik platformunda tek kişilik bir gösteriye imza atıyor. Adeta dans ediyor. O neşeyle dans ederken, omuz hizasındaki saçları da kendisine eşlik ediyor. İşini çok sevdiğini düşünüyorum. Çünkü orkestrasını sadece elindeki minik çubukla değil bütün bedeniyle yönetiyor. Çubuğu bazen sağa, bazen sola, bazen de karşıya yöneltiyor. Zaman zaman gülümsüyor. Müzisyenlerle, hiç konuşmadan iletişim kuruyor;
-Çok güzel çaldınız Ayşe Hanım,
-Bu gece süper görünüyorsunuz Ahmet Bey,
-Yürekten tebrikler Fatma Hanım,
-Sizi çok formda buldum Cemil Bey...
-Şimdi siz biraz öne çıkın lütfen Lale Hanım...
Ara verilecek...miş. Kutluer selam verip gittikten sonra orkestra üyeleri de yerlerinden kalkıyor. Acemi seyirciyiz dedim ya, aslında Kutluer sahneden ayrıldığında yapmamız gereken şeyi yapıyoruz. Alkışlar bitmek bilmiyor. Şef yeniden sahne önüne gelerek ara verdiklerini söylemek zorunda kalıyor. Susuyoruz...
Tiyatro geceleri çok kalabalık olmasına rağmen bu akşam salon fazla dolu değil. Oysa senfonik konser bence tiyatroya tercih edilebilecek kadar güzel. Hülya Avşar aklıma geliyor. Gene bir laf etti ve gündeme oturdu. “Tiyatroda” dedi, “sanatçılar çok bağırarak konuştuğu için içtenlik yok.” Tabii herkes buna itiraz etti. Ama bence haklılık payı vardı. Ne kadar sesini eğitmiş olsa da sanatçı bağırmak zorunda. Bu da doğallığı bir parça bozuyor.
Aradan sonraki ilk parça Mozart'tan. Şef gene açıklama yapıyor. Mozart beş yaşında beste yapmaya başlamış. Kısacık ömründe yani otuz yıl boyunca yaptığı besteleri kopya etmek bile yetmiş yıl sürüyormuş.
Kaçırıldıktan sonra Topkapı Sarayı'na getirilen iki cariyenin hikayesini anlatan eserin adı Saraydan Kız Kaçırma. Sonraki eser ise Rossini'den Sevil Berberi. Hani şu karikatürlere malzeme olan eser. Sevil Berberi'ni on günde bestelemiş Rossini. Sadece uvertürünü başka bir eserden almış. Toplamı, tam üçyüz elli sayfa sürmekteymiş.
Son parça Ferit Alnar'dan İki Dans. Alnar on iki yaşında kanun virtüözü olmuş. Sonrasında ise orkestra şefi. Ama alaturkadan kopmamış. Aksine iki müziği birleştirebilmek için çaba harcamış. İcra edilen parçada bunun etkileri açıkça görülüyor zaten.
Konser bitiminde şefle mutlaka tanışmak istiyor ve arkadaşımla birlikte kulise gidiyorum. Kuliste sanatçılar bir an önce toparlanıp otobüslerine gitmek için son derece hızlı bir biçimde hazırlanmaya çalışıyorlar. Şefin odasını sora sora buluyoruz. Son derece güler yüzlü. Hiç yorgunluk belirtisi göstermiyor. İsminin İbrahim Yazıcı olduğunu öğreniyoruz. Tebrik ve beğenimizi ilettikten sonra mail adresini istiyorum.
Adresi alıp ayrılıyoruz, kulaklarımızda Sevil Berberi’nin ezgileri... Ruhumuz beslenmiş, keyfimiz yerinde.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder