15 Mart 2012 Perşembe

AH ŞU KAVRAMLAR...


AH ŞU KAVRAMLAR...



Atalay GİRGİN*

        

Tarihsiz bir kavram, kavramsız bir tarih yoktur. Tarihi yapan da insandır, kavramları yapan da...

        

Düşünmenin, düşüncelerini ifade etmenin, temel birimleri olan kavramlar, “nesne ve olayların zihindeki tasarımı” olarak tanımlanmaktadır. Her durumda ve her kavram için geçerli midir bu? Dahası hangi nesnenin, hangi olayın, kimin zihnindeki tasarımı?

        

Özellikle ikinci soruyu düşündüğümde, -tüm kavramlar için olmasa da-, bazı kavramların, insanın düşünce ve söylemini belirleyen, bakış açısını yönlendiren, hatta kendi bulunduğu yeri bile yanılsamalı bir biçimde kavramasına neden olan siyasal ve ideolojik bir nitelik taşıdığı sonucuna varıyorum. Hele hele tanık olduğum bazı konuşmalar ve başkalarından dinlediğim olay aktarımları ya da okuduğum bazı yazılar, bu düşüncemin doğru olduğu kanaatini daha da güçlendiriyor.



Bu durumda, yaptığı kavramları, olay ve nesnelerin bir tasarımı, gerçekliği düşünmenin ve anlamlandırmanın temel  birimleri olarak, ötekinin bilincinde var edebilen insan, en azından düşünüş ve söylem düzeyinde, siyasal ve ideolojik anlamda egemenliğini sağlamış demektir.  Bu niteliğe haiz kavramlarla düşünenler ise, söz konusu egemenliğin ya “ideolojik esirleri” ya da onun bilinçli hizmetkarlarıdır.    

        

Kavramların siyasal ve ideolojik karakterini ve işlevini düşünüşüm yeni değil elbette... Her kavram için değilse de birçoğu üzerine kafa yorduğum oldu geçmişte.  Bu yazıyı yazmama neden olan kavram üzerine de düşünüp geçmiştim. Ancak son zamanlardaki bazı tanıklıklarım, tepkimi ifade etmeye yöneltti beni...

        

Bu hangi kavram mı? Ortadoğu...

        

Ortadoğu; hem yön hem de yer bildiren, coğrafi bir bölgenin adı olarak telaffuz edilen bir kavramdır. İyi de kimin bakışına göre, kime göre bir coğrafi bölgenin adıdır bu? Kim, neye göre belirlemiştir bunu? Nereden bakmıştır?



Söz konusu bölgeyi, nerede olursa olsun, “Ortadoğu” kavramıyla düşünen, söyleyen, yazan biri kimin bakışıyla, nereden algılamakta ve anlamlandırmaktadır gerçekliği?

        

Örneğin şöyle sorsam : Türkiye’de yaşayan bir insan için “Ortadoğu”, yön ya da coğrafi anlamda neresidir? Ya da İran’da, Kazakistan’da, Hindistan’da yaşayan biri için... Böylesi bir belirleme, bulunulan yerden hareketle “doğu” olarak nitelenen en uzak yere, bölgeye göre yapılır ve ikisi arasındaki bir yerin adı olabilir bu...

        

Ama ne yazık ki insanlar, bulundukları yere, duruma bakmaksızın, Türkiye’de de yaşasa, başka bir yerde de,  “Ortadoğu”dan söz ettiklerinde kendi orta doğularını düşünmüyorlar. Onlara, bu kavramı yapıp verenlerin “Ortadoğu”sunu düşünüyorlar. Gerçekliği, onların bulunduğu yerden, kendilerine göre yaptıkları anlamlandırmayla algılıyorlar. Ki bu kavram, “Avrupa merkezci” siyasal ve ideolojik bir anlayışın ifadesidir.



Bundan dolayıdır ki kendi bulunduğu, yaşadığı bir bölgeden bile, “Ortadoğu” olarak söz eden bir insan, ne denli karşı olduğunu ileri sürse de, düşünmesinin, gerçekliği algılama ve anlamlandırmasının temel birimleri olan kavramlarıyla, siyasal ve ideolojik olarak teslim olmuştur, insanın insanı sömürüsüne dayanan kapitalizme, emperyalizme ve onun egemen sınıflarına... Önce egemenin, siyasal ve ideolojik kavramlarıyla düşünmekten kurtulmak gerek, tutarlı bir karşı oluş için... Yoksa, laf-ı güzâftan öte bir değeri olmaz, karşı çıkışın...



Sözün özü : Her kavram zenginleştirmez insanı... Bazıları teslim alır, farkına bile varmadan...  Bundan dolayıdır ki, seçmeyi bilmek gerek, özellikle de kavramları...

1 Mart 2012 Perşembe

Bilinmeyene Mektup/Su'dan Şeyler

                                        
                              Bilinmeyene Mektup/Su'dan Şeyler
                                Gülistan Sinanoğlu          
                                                                               
Şükran Kozalı ile Eğreti Gelinler isimli romanı üzerine konuşurken, romanın yazılış öyküsünü anlatmıştı bana. Daha doğrusu yazmaya nasıl karar verdiğini. Kozalı, annesi ve başka bir akrabasıyla birlikte gittiği bir mezarlık ziyaretinde kitabın baş kahramanı olan Kostak Emine ile karşılaşmıştı. Kostak Emine o sırada, vaktiyle eğreti gelini olduğu adamın mezarını ziyaret ediyordu. Kozalı gördüklerinden çok etkilenmiş ve şöyle ifade etmişti; "Mezarın üzerindeki otları temizledi ve kucağında getirdiği mersinleri toprağa bıraktı. Mezar başında uzun uzun oturdu, toprağı okşadı. Adeta o mezarla sevişti. Ama bunu sadece ben gördüm..."
Yüzerken aklıma geliyor bu. Birisi de beni anlatsa mesela, şöyle diyebilir; "Suya atladı, onu kucakladı. Sarmaş dolaş oldular. Kadın mest olmuş bir şekilde onun kucağında yatıyordu. Adeta seviştiler ve bunu herkes gördü!"
Su hep olduğu gibi bugün de çok güzeldi. Kollarımı açtım ve su yüzeyine yattım. Sonra yüzdüm. Her zamanki gibi çok mutlu... Suya temas etmek olağanüstü güzeldi. Gülümsedim çoğunlukla. Orada aklıma ne geldi biliyor musun? Hani Titanik filminde bir sahne vardı filmle özdeşleşen. Geminin güvertesinde en uca çıkıp da kollarını açmıştı kız. Sevgilisi de ona sarılmış. Duruşlarını hatırlıyorsun değil mi? İşte ben de suda öyle durdum. Sırtüstü yattım ve kollarımı açtım. Gözlerim kapalıydı. Hareketsiz, sadece kendimi ona bırakıp durdum. İstesem de batmazdım. Yumuşacık bir yatak gibiydi su. Çok konforlu, çok rahatlatıcı.
En sondaki kulvarı seçmiştim yüzmek için. Çünkü geçen gün, etrafına hiç bakmadan yüzen o adamla kollarımız çarpışmıştı. Çok rahat yüzdüm, mola verip dinlendim ve yeniden yüzdüm. Tam çıkmak üzereyken görevli çocuk yaklaştı. Onu başımın arka tarafından gördüm çünkü sırtüstü yüzmekteydim. Kulaklarım suyun içindeydi, elimle bir dakika dedim ve hemen yaklaştım. Sonra şöyle bir konuşma geçti aramızda:
-Kullanıcımızsınız değil mi?
-Evet.
-Gold kullanıcı mı?
-Evet.
-Bu kulvara siz kendiniz mi geçtiniz yoksa yüzmeyi çok iyi bilmediğiniz için mi sizi buraya verdiler???

İşte bunu demeyecekti. Ben suyla öyle mutlu mesut oynarken çok ayıp etti doğrusu! Üstelik yüzme hocam Çiğdem duysa o da üzülürdü. Neyse, o kulvarlar kulüplere aitmiş ve kulüpler de gelmek üzereymiş. Bu yüzden uyarma gereği duymuş.
Yüzerken havuzla denizi karşılaştırdım bugün. Alabildiğine göz alan sularda yüzmek, güzel olduğu kadar ürkütücü de geliyor bana. Bu yüzden, denizi zaman zaman ne yapacağı belli olmayan hırçın bir sevgiliye benzetiyorum. Oysa havuz öyle değil. Onu, o kadar iyi biliyor ve tanıyorsun ki kendini hep güvende hissedebilirsin. 

Biri aşk belki de, diğeri ise sevgi... 

Farkında mısınız; hayat çok güzel:)