“Edebiyatın
amacı” üzerine bir sorgulama
Atalay
GİRGİN
Uzun zamandır, zihnimi
meşgul eden bir konu “edebiyatın amacı...”. Özellikle edebiyat dergilerinde ya
da edebiyat üzerine yazılmış kitaplarda, yerli yersiz, gerekli gereksiz,
“edebiyatın amacı…” ile başlayan cümlelerle, sözlerle, önermelerle
karşılaştıkça daha da çok depreşiveriyor bu meşguliyet. Hele hele buna ilişkin
önermelerin, temellendirilme; gerekçelerinin ortaya konulma gereğinin bile
hissedilip düşünülmediğini ve “ben söyledim oldu” dercesine yazılıp
geçiştirildiğini görüp okuduğum durumlarda…
Örneğin; işte
“edebiyatın amacı…”ndan söz eden yazarlardan birkaçı: “Gerçekçiliğin
Tarihi”nde, edebiyatın “amacı yaşamı
anlamak, onun bir bilgisini edinmek”tir dedikten sonra, bir de onun “temel
ideolojik estetik görevi”nin “toplumsal ilişkileri incelemek”1 olduğunu yazıveren Boris Suçkov’u anlamak mümkün. Çünkü Suçkov, edebiyata
ilişkin temel bir nelik ve gerçeklik sorgulamasından çok, sorgulamaya bile
yeltenmediği kendisi için veri olan siyasal-ideolojik kabulden ve edebiyat
anlayışından hareketle, genel olarak edebiyata hem amaç hem de görev biçmektedir.
Ancak Hürriyet Gösteri’nin
287. sayısında, edebiyat “yaşamı biçimleme ve yönlendirme gücüne de sahiptir”2 hükmünü verdikten sonra, “edebiyatın kendine
özgü amaç”ından söz eden Metin Cengiz’i anlamak kolay değil. Çünkü Cengiz, ne
“edebiyatın kendine özgü amaç”ının “ne olduğu”na ilişkin bir tek söz etmektedir
ne de edebiyatın, yaşamı nasıl biçimlendireceği ve yönlendireceğini
belirtmektedir.
Keza “Yazın Gene Yazın”
adlı yapıtında Tahsin Yücel, Roland Barthes’ın, Essais critiques’de yer alan
bir söyleşide “Yazın nedenden ve amaçtan yoksun bir araçtır; hatta onu
tanımlayan da budur” dediğini aktardıktan sonra, “Yazını nedenden ve amaçtan
yoksun bir araç olarak nitelemek zordur”3
diye yazar. Ancak hemen ardı sıra, “yazının amacı”nı ortaya koymak, bunu göstermek,
bunun ne olduğunu yazıp söylemek yerine, bireysel olana yönelerek, “her yazarın
bir yazma nedeni, bir yazma amacı vardır” hükmüyle yetinmektedir. Sanki
edebiyatın amacı, tek tek her yazarın yazma nedeni ve amacına içselmiş gibi… Ya
da tek tek her yazarın yazma nedeni ve amacının toplamı, sanki edebiyatın
amacıymış gibi…
Önce
Sorular
Pedagojik olarak
algılanma ve nitelenme pahasına önce sorularla başlayarak adım adım gidelim:
Edebiyatın amacı var mıdır? Edebiyatın, edebiyat alanında yer aldığı kabul
edilen tek tek her yapıta apriori olarak kendiliğinden içkinleşen ya da bu
alanda yer alabilmesi için bir yapıta mutlaka içkinleştirilmesi gereken, aşkın
ve değişmez olan bir amacı var mıdır? Eğer varsa, bir yapıtın edebiliğinin
ölçütü, bu amaçtan ne denli pay alıp almadığı mıdır? Eğer böyle bir amaç varsa,
bu amacı bilen ya da bilmeye yetenekli olanlar kimlerdir? Şairler, öykücüler,
romancılar, edebiyat eleştirmenleri, v.b. mi? Edebiyat üzerine düşünen, soran,
sorgulayan ve bütünsel anlamda onu kendisine konu edinen düşünürler, filozoflar
mı? Yoksa bunların hepsi mi? Ya da tüm bunların içinden, hangisi olduğunu
bilemediğimiz az sayıda bazı ‘seçilmiş’ler mi? Bu durumda, kerameti kendinden
menkul olan, bu ‘seçilmiş’leri seçen ya da bilen, bilmeye kadir olan kimdir?
Soruları daha da çoğaltmak mümkün elbette. Hatta “Edebiyat nedir?”, “Amaç
nedir?”, “Var olan nedir?” diyerek ayrıntılandırmak da… Ama şimdilik, şu an
için gerek yok daha fazlasına.
Edebiyatın
Amacı Var Mıdır, Yok Mudur? Varsa Aşkın mıdır, Yoksa İçkin mi?
Ontolojik ve
epistemolojik boyutuyla, üzerine düşünen ve sorgulayanları Platon ve
Aristoteles’e kadar geri götürebilecek olan yukarıdaki soruları, şair, öykücü,
romancı, eleştirmen, v.b.’den oluşan, bir edebiyatçılar topluluğuna yöneltmiş olsanız,
daha ilk soruda, onların genel olarak, istisnalar hariç, ikiye ayrıldığını
görürsünüz: Bunlardan ezici bir çoğunluğu “vardır” yanıtını verirken, azınlıkta
kalan bir kısmı ise “yoktur” yanıtını verecektir. Hadi haksızlık yapmayalım,
belki bunların içinden, istisnai olarak birkaçının, utana sıkıla da olsa, “Ben
edebiyatçı olarak nitelensem de edebiyatın amacının var olup olmadığı
bilinemez” diyebilme cesaretini gösterebileceklerini de varsayalım. Böylece,
daha ilk soru karşısında edebiyatçılar topluğu kendi içerisinde ayrışır. Ki bu
ayrışmayla birlikte, söz konusu topluluğun bir kısmı, yani “yoktur” ve
“bilinemez” diyenler, “Edebiyatın amacı nedir?” sorusu karşısında muafiyet
kazanırlar.
Bu durumda, “Edebiyatın
amacı nedir?” sorusunun tek muhatabı olarak, “vardır” yanıtını verenler kalır.
Ancak bunlardan da, “Edebiyatın amacı …dır” diye tek bir yanıt alamazsınız. Her
biri, kendi edebiyat anlayışına, bireysel ve toplumsal seçimlerine,
inançlarına, siyasal ve ideolojik tercihlerine, felsefi düşüncesine, insana,
topluma, dünyaya bakışına ve anlamlandırışına göre, amaç belirlemesi dile
getirir. Daha ikinci soruya geçmeden, edebiyatın amacının olduğunu söyleyenler
de kendi aralarında ayrışmaya başlar. Hem de ilk soru karşısında olduğu gibi
yalnızca ikiye üçe değil, çok daha fazla sayıda grup ya da kişiye tekabül eden
bir ayrışmadır bu.
Ancak ikinci soru, yani “Edebiyatın, edebiyat alanında yer
aldığı kabul edilen tek tek her yapıta apriori olarak kendiliğinden içkinleşen
ya da bu alanda yer alabilmesi için, bir yapıta mutlaka içkin kılınması
gereken, aşkın ve değişmez olan bir amacı var mıdır?” sorusu karşısında ise,
“Edebiyatın amacı vardır” yanıtını veren ve bu amacı, birbirine benzer ya da
karşıt bir anlam ve içerikle belirlemeye çalışan topluluğun tüm bireyleri
arasında daha keskin bir ayrışma yaşanır. Çünkü sorun, edebiyatı da kapsayan ve
aşan ontik bir boyut kazanmaya başlar. Felsefi düzeyde ontolojik bir
tartışmanın kapısı aralanır. Buna rağmen topluluğun, “vardır” hükmünü veren
kısmı, “edebiyatın amacının ne olduğu”na ilişkin yanıtları ne olursa olsun,
kendi kendileriyle tutarlılıklarını sürdürürler.
Bunların
dışındakilerden, “yoktur” hükmünü bildirenler ise, daha ikinci temel soruda
kendilerini nakzetmekle karşı karşıya kalırlar. Çünkü ana hatlarıyla
izlediğimizde, “yoktur” hükmü, öncelikle edebiyatın “aşkın ve değişmez” bir
amacının olmadığını bildirir. Ki bu durumda, ilk soruya verilen “vardır”
yanıtının geçerliliği hükmünü sürdürüyorsa, amacın “aşkın”lığı değil,
“içkin”liği söz konusudur. Kendilerini nakzetmemek ve kendi kendileriyle
tutarlılıklarını sürdürebilmek için de tıpkı “aşkın” bir amacın varlığını kabul
edenler gibi, bunlar da “içkin” olduğunu ileri sürdükleri amacın
“değişmez”liğini de kabul etmek durumundadırlar. Aksi takdirde, yani hem
“aşkın” hem de “içkin” ve “değişmez” bir amacın olmadığını ya da amacın “içkin”
olduğunu ama bunun sürekli değiştiğini ileri sürdüklerinde, tutarlılıklarını
yitirir ve tenakuza düşerler. Çünkü “var” dedikleri ve edebiyata içkin olduğunu
söyledikleri “amaç”, zamandan zamana, toplumdan topluma, hatta aynı zaman ve
toplumdaki şair, öykücü, romancı, vb.’den oluşan edebiyatçılar topluluğundan
topluluğuna, edebiyat akımından akımına, dahası tek tek edebiyat yazarından
yazarına değişen ve bu haliyle “edebiyata özgü” olarak nitelenip belirlenebilen
bir “amaç” olma özelliğini yitirir ve kendiliğinden “yoktur” hükmüne
bürünüverir. Bu son nokta, ilk soruya verilen “vardır” hükmünü ortadan
kaldırmaya yönelmek ya da “yoksa da var, varsa da var” türünden abesle iştigal
bir inatlaşmayla karşı karşıya bırakır bu “yoktur”cuları.
Öte yandan, “yoktur”
yanıtı ve hükmü, ikincil olarak, “aşkın” bir amacın olmadığını, aksine bu amacın “içkin” ve “değişmez”
olduğunu da bildirir. Bu bildirim, edebiyatın amacının “içkin” ve “değişmez”
olduğunu ileri süren “yoktur”cuları kendi kendileriyle tutarlı kılarken, onları
şöyle bir sorunsalla karşı karşıya bırakır: Hangi çağda, hangi koşullarda,
hangi kaygılarla yazılmış ve söylenmiş; neyi, neden ve nasıl anlatmış olursa
olsun, edebiyatın içerisinde varolan her yapıtı, “içkin” ve “değişmez” olduğu
söylenen aynı şeyle, yani aynı amaçla ıralamak. Ki aslında bu durumda asıl
yapılan, dünya görüşleri, inançları, siyasal-ideolojik düşünceleri, sınıfsal ve
toplumsal tercihleri, bireysel istek ve özlemleri ne olursa olsun, edebiyat
alanında yapıtlar ortaya koyan gelmiş geçmiş tüm yazarları aynı amaçla
ıralamaktır. Çünkü, “şu” diye
gösterdiğimiz herhangi bir kitabın amacı yoktur. Amacı olan ve onu “şu” diye gösterilen bir yapıta
içkinleştiren yazardır. Bir edebiyat yazarı, yazar olmadan önce de bir
insandır. O halde sormak gerek: Edebiyatın “içkin” ve “değişmez” olduğu kabul
edilen ve her edebiyat yapıtına içkin kılınan amacını, bir insan olarak tüm
edebiyat yazarları daha doğuştan mı bilmektedir? Yoksa sonradan, yazmaya
söylemeye başladıklarında kendilerine vahiyle mi bildirilmekte (ki bu durumda
bir içkinlikten değil aşkınlıktan, dışında bulunmaktan söz etmek gerek) ya da sezgisel olarak mı bilincine varmaktadırlar?
Dahası, “içkin” ve “değişmez” olduğu söylenen bu amacı belirleyen kimdir,
nedir, nasıl bir varlıktır?
Edebiyatın “içkin” ve
“değişmez” bir amacının olduğunu ileri süren “yoktur”culara yöneltilen bu son
soru, küçük bir değişiklikle, “vardır” yanıtıyla, edebiyatın “aşkın ve
değişmez” bir amacı olduğunu söyleyenler için de geçerlidir. Çünkü “aşkın”lık
ve “değişmez”lik kabulü, amacın edebiyata dışsallığını, onun dışında
bulunduğunu daha baştan dile getirir. Dolayısıyla, bu aşkın ve değişmez olan
amacı kimin ya da hangi türden bir varlığın belirlemiş olduğu sorununu da…
Edebiyatı
da aşan ontik bir sorun
Sorun bütünsel olarak
ele alınmaya başlandığında edebiyatı da kapsayan ve onu aşan bir boyuta ulaşır.
Çünkü ister aşkın isterse içkin ve değişmez bir amaç söz konusu edilsin, bunu
belirleyen bir varlığın kabulü, onu edebiyata dışsal kılar. Bu noktada, dışsal
bir varlığın belirleyiciliği altında gerçekleştiği, onun belirlediği amaçla vücut
bulduğu kabul edilen edebiyatın neliği de gerçekliği de bir başka sorun olarak
ortaya çıkar. Yalnızca bu da değil. Aynı zamanda yazarın, sanatçının işlevi de…
Dahası bir yapıtın değeri sorunu da…
Sorun bu boyutlarıyla
birlikte değerlendirildiğinde, edebiyatın var olduğu ileri sürülen, aşkın ya da
içkin ve değişmez olduğu kabul edilen amacının, ona dışsal bir varlıkça
belirlendiği yaklaşımı, anlayışı, ontolojik anlamda metafizik problemlerin yanı
sıra, mistifikasyondan epistemolojik ve aksiyolojik alana dek uzanan yeni
sorunsalları beraberinde getirir. Kendine özgü özellikleri temelinde, insan
açısından insan için bir anlama, anlamlandırma ve anlatma etkinliği olan
edebiyatı, kendi gerçekliğinden koparıp yanılsamalı bir biçimde, kutsallık
zırhına büründürür. Bir insan olarak yazara, insanüstü vasıflar yüklemeye,
atfetmeye neden olur. Genel olarak sanatın ve edebiyatın, özel olarak ise
yapıtın aksiyolojik değerini, kendisinden çok dışsal olanla ilişkisinde aramaya
ve onunla belirlemeye yöneltir. (Edebiyatın amacı ve aksiyolojik değerlendirme
ilişkisini bir başka yazıda ele alacağım.)
Görünürde, bilinçli ya
da bilinçsizce verilmiş, küçücük bir “vardır” yanıtıyla başlayan bu sorunların
temel nedeni, idealizmle malul erekçi düşüncedir. Kendini erekçi düşüncenin
sarmalına kaptıran insanlar için amacı olmayan hiç bir şey yoktur. Onlar, her
şeye bir amaç biçer; her şeyde bir amaç bulur. Dahası bu amaç dışsal bir varlık
tarafından belirlenmiştir. Bunun mantıksal boyutlarını izlediğinizde, daldan
düşen kuru bir yapraktan, yolda yürürken ayağınıza takılan taşa, tepenize düşen
saksıdan üzerinize düşen kuş pisliğine dek her şey için geçerlidir bu.
Kabuller
Varlığı Olarak İnsan
İnsan kabuller
varlığıdır. Kabullerinin doğruluğunu yanlışlığını, gerçekliğe uygun olup olmadığını
sorgulayan insanların sayısı ne geçmişte ne de günümüzde çok olmuştur. Çünkü
kabullerle ve onları sorgulamadan yaşamı sürdürmek daha kolaydır. Kabulleri
sorgulamak, hele hele eleştirip değiştirmeye, yerine yenisini koymaya çalışmak
çok zordur. Yalnızca bireysel insan yaşamı açısından değil, bilimden felsefeye
dek tüm alanlarda geçerlidir bu. Düşünün bir kez; bugün kolayca ve hiçbir kaygı
taşımadan telaffuz ettiğimiz “Dünya dönüyor” önermesi ve kabulünü bile bir
zamanlar söyleyebilmek hiç de kolay değildi. Bedeli vardı. Ve birileri ödedi bu
bedeli.
Kabuller; insanı,
toplumu, dünyayı, daha ötesinde evreni anlayıp anlamlandırmanın, açıklama
girişimlerinin ana hatlarını, bir biçimde çerçevesini sunar. Kabuller
gerçekliğe uygun olduğu sürece, olup biteni olabildiğince doğru bir biçimde
anlamaya yardımcı olur. Gerçekliğe uygun olmadığı sürece de yanılsamalar
üzerinde yükselen sorunlarla boğuşup durmanın, yel değirmenleriyle savaşmanın
kapısını aralar. Kabullerinizi değiştirdiğinizde insan, toplum, dünya ve onun
içerisinde yaşanan tüm gerçeklik yeniden ve bambaşka bir anlam kazanır.
Aynı şey edebiyat için
de geçerlidir. Edebiyatı kendi değişen gerçekliği ve neliği temelinde kavramaya
yönelip kabulleri bunun üzerinden belirlemek gerek. Eğer bunun yerine ve bundan
bağımsız olarak, doğruluğu ve yanlışlığını sorgulamadığımız dinsel, siyasal,
felsefi kabullerle edebiyata anlam, görev ve amaç biçmeye yeltenirsek
yanılırız. Yanılmakla kalmaz, yanılsamalarımızı gerçeklik ve hakikat saymaya
yöneliriz.
Sözün özü: Kabullerimizi
sorgulamak, eleştirel olarak değerlendirmek ve gerektiğinde bunları gerçekliğe
uygun olanlarla değiştirip var olanı yeniden anlamlandırabilmek gerekir. Bu
yapılabildiğinde görülecektir ki kendinde bir şey olarak, genel anlamda
edebiyatın amacı yoktur. Yalnızca edebiyatın değil, kendinde bir şey olarak,
genel anlamda felsefenin de amacı yoktur. Dolayısıyla bunlardan bütünsel
anlamda hayatı değiştirip biçimlendirmesini beklemek, yanılsamadan öte, hayal
dünyasına kapılanmak, uyanık düşler görmektir. Dünyayı değiştirmek isteyen
herkes tez zamanda bu düşlerden ayılmalıdır.
*Felsefe öğretmeni: http://atalaygirgin.blogspot.com
2
Metin
Cengiz, “Gerçeklik olarak globalizm ve edebiyat ilişkisi”, Hürriyet Gösteri
Sayı 287, sf. 21.
3Tahsin
Yücel, Yazın Gene Yazın, sf., 24, Can Yayınları, 2005.