Romanda
Felsefeyi Bir Kategoriye Hapsetmek
Edebiyat çevrelerinde,
genel olarak, Alman Dili ve Edebiyatı alanındaki çalışmalarıyla tanınan ve
bilinen Prof. Dr. Gürsel Aytaç, “Felsefi Roman”1
adlı kitabında, bir kategori olarak “felsefi roman”ı ele alıyor. Romana
felsefeyle bakmaktan, felsefi açıdan ele alıp değerlendirmekten ya da
eleştirmekten söz etmiyor. Aksine; romana ilişkin duymaya alışkın olmadığımız
bir sınıflandırmadan, bir kategoriden söz ediyor: Felsefi Roman. Bu
kategorinin, “örnekleri daha az olduğundan (…) üzerinde pek durul”madığını
belirtiyor.
Felsefi romanın
neliğine ilişkin belirlemelerinin yer aldığı kısa “Giriş” yazısına, “Edebiyat
ile felsefe ilişkisi, hayat felsefesi anlamında hep var olagelmiştir” diyerek
başlayan Aytaç, “Ciddi anlamda
felsefeyi sanat katında ele almak ise ‘felsefi’
olarak niteleyebileceğimiz edebiyat eserlerinde, daha belirgin olarak da
felsefi romanlarda söz konusudur” hükmünü veriyor. Bu hükmü verirken de,
felsefi olarak nitelenebilecek romanlarla, bir kategori olarak felsefi romanı
birbirinden ayırıyor. Alanının uzmanı bir edebiyatçı olarak, genelde her
romanın açık ya da örtük bir biçimde ve olumlu ya da olumsuz anlamda felsefi
olanı içerdiğinin farkında olsa gerek ki, bunların içinden de bazılarının
“felsefi olarak nitelenebileceği”ni belirtiyor. Ancak Aytaç’a göre, felsefi
olarak nitelenebilmekle, felsefi roman olmak aynı şey değil. Aralarında ince
bir ayrım var. Aytaç’ın yukarıdaki önermesinden hareketle bu ayrımı şu şekilde
belirginleştirmek mümkün: Bir kategori olarak “felsefi roman” sınıflandırması
kapsamında kalan her roman felsefidir, ama felsefi olarak nitelenebilecek her
roman “felsefi roman” değildir. Bu durumda sormak gerekiyor: Bir romanın,
“Felsefi roman” kategorisinde yer alabilmesi için hangi temel niteliklere sahip
olması gerekir?
“Bir yaratının edebiyat
eseri olarak nitelenebilmesi, bilindiği gibi yalnız konusuyla ve içeriğiyle
değil, biçim özellikleriyle de ilişkilidir” diyen Aytaç, buna verdiği önemi,
“Benim ‘felsefi roman’ örnekleri olarak ele alacağım eserlerde biçim olgusunu
önemsediğim umarım fark edilecektir” sözüyle vurgulayarak, felsefeyle edebiyat
arasındaki ayrıma geçiyor.
Aytaç’a göre, “Felsefe
doğası gereği soyut olanla uğraşır. Edebiyat ise soyutu somutlaştırma gibi bir
işleve sahiptir.” Felsefenin de edebiyatın da kapsamında yer alan her yapıtın,
hem düşünsel hem de şu ya da bu ölçüde düşsel olması bir yana, bir düşünür
olarak her filozofun ve yazarın hareket noktası gerçekliktir. Gerçeklik
anlamında somut olandır. Gerçeklik ya da düşsel veya gerçek bir var olan
karşısındaki konumlanışları, onu genel, tikel veya tekil düzeyde algılayış ve
anlamlandırışları; hatta mevcut anlamlandırmaları, yerine göre eleştirel olarak
sorgulayıp yeniden anlamlandırışları, itirazları bağlamında da geçerlidir bu.
İkisinde de var olandan yola çıkılır. Filozof / düşünür, felsefenin neliği
gereği, kendi öznelliğinde, olanı olması gereken açısından değerlendirip
kavramlararası ilişkiler kurarak, yerine göre neliği ve gerçekliğini esas
aldığı kavram çözümlemeleri yaparak, genellikle teorik düzeyde ve genellik
hükmüne bürünen önermeler, temellendirmelerle düşüncelerini ifade eder.
Edebiyat alanında ise
her yazar her yapıtta olanı, olması gereken, istenen ya da olabilecek,
kendisinden kaçınılması gereken açısından ele almayabilir veyahut da almaz.
Edebiyatta, istisnalar hariç, var olan gerçeklikten hareketle, olanın olması
gereken ya da olabilecek açısından ele alınışı genellikle ütopya ve
karşı-ütopya olarak nitelenen yapıtlarda söz konusudur.
Bunun yanı sıra, Afşar
Timuçin’in “Düşünürün iyisi sanatçı, sanatçının iyisi düşünürdür” hükmünü
dikkate alarak, bu nitelikleri haiz
yazarların yapıtlarında da bu özelliğin görüldüğünü belirtmek gerek. Onlar, her
iki niteliği kendilerinde birleştirebilmiş mümtaz şahsiyetler olarak,
yapıtlarına, olan üzerine düşünce ve çıkarımlarını içselleştirişleriyle de
olması gerekeni gösterişleriyle de filozoflaşırlar. Ancak bunu, filozoflar /
düşünürler gibi, kavramlararası ilişkiler ve kavram çözümlemeleriyle, teorik
düzeyde yapmazlar. Her edebiyatçı gibi, düşünülmüş olanın içinde, düşünülüp
tasarlanmış, kurgulanmış yapıtın evreninde, yer verdikleri olaylar, kişiler
aracılığıyla ve sözcükleri kullanarak gerçekleştirirler. Yapıtın evrenindeki
kişi ve olaylara ne denli somutluk ya da somutlaştırılmış olma niteliği
atfedilirse edilsin, düşsel ve düşünsel olmaları anlamında, aslında onlar da
soyuttur.
Yukarıda belirtilenler
bağlamında, felsefe ile edebiyatın, filozof / düşünür ile yazarın birden çok
ortak yönü vardır. Ancak bütünsel anlamda ele aldığımızda onların hem alan
olarak nelikleri hem de kişi olarak iş görme ve düşündüklerini dışsallaştırma,
kendilerini ifade etme tarzları farklıdır.
Dahası, edebiyat ile
felsefe ilişkisi, salt hayat felsefesi anlamında değil, yazarların tek tek
yapıtları bazında, genel olarak var olanın anlamlandırılmasından, onun
bilgisine, insana, topluma, değer ve değerlere, siyasete, dine, devlete, vb.
dek açık ya da örtük bir biçimde hep var olagelmiştir. Bazen yazarın
kabullendiği ya da karşı çıktığı akımların, filozofların düşünceleri yapıta
sinmiştir. Bazen de dönem dönem de olsa, her insan gibi felsefi düşünebilen ya
da filozoflaşan yazarların kendi felsefi düşüncelerinin yapıta içselleşmesi
bağlamında. Bu anlamda, Dostoyevski’den Victor Hugo ve Tolstoy’a, Ahmet Hamdi
Tanpınar’dan Sabahattin Ali ve Oğuz Atay’a, G. Orwell’dan Melih Cevdet Anday ve
Kaan Arslanoğlu’na, Tahsin Yücel’den Yaşar Kemal, Kemal Tahir ve Elias
Canetti’ye, Franz Kafka’dan Hasan Ali Toptaş, Murat Uyurkulak, Emrah Serbes ve
Nedim Gürsel’e, Zülfü Livaneli’den Umberto Eco ve Amin Maalouf’a dek, adlarını
saymaktan usanacağımız yerli yabancı neredeyse her yazarın her yapıtı felsefi
olanı içerir. Her birinde felsefi düşünceler, etik ilişki ve problemler,
edebiyatın giysileri içinde, genellikle tebdili kıyafet dolaşır. Arada sırada
da yazarın tercihine göre, saklanıp gizlenmeye bile gerek duymadan, “ben de
buradayım” dercesine, edebiyatın giysilerini üzerinden atıp anadan üryan arz-ı
endam eyler. Öte yandan anlatma ve gösterme biçimine takılıp kalınmadığında
Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, vb. yazarların yapıtlarında felsefi olanın
içerilmediğini, dolayısıyla bunların felsefi düşünceyle beslenmediğini ve
felsefi niteliğinin olmadığını kim ileri sürebilir ki?
Hal böyleyken, Dünya ve
Türk edebiyatı, söz konusu niteliği şu ya da bu ölçüde taşıyan yapıtlarla
doluyken, Aytaç’a göre “örnekleri daha az olduğundan (…) üzerinde pek
durul”mayan “felsefi roman”ın neliği nedir? Eğer belirtilen ve belirtilemeyen
yazarların romanları felsefiyse, “felsefi roman”ın örnekleri az olmak bir yana,
neredeyse bir tür olarak romanın geneli, “felsefi roman” kategorisindedir. Onun
dışında bir şey bulabilmek, samanlıkta iğne aramaktan bile beterdir. Eğer
bunlar, felsefi olanı içermelerine, felsefi düşünceler taşımalarına,
dolayısıyla felsefi niteliklerine rağmen, bir kategori olarak “felsefi roman”a
dâhil değilse, “felsefi roman” nedir?
Aytaç’ın bu sorularla
bağlantılı ve bunlara yanıt niteliğinde yalnızca iki cümlesi var: Bunlardan
birinde, “Felsefi romanlar, felsefi düşüncelerle beslenmiş yaratıcılık (sanat)
ürünleridir” diyen Aytaç; diğerinde ise “felsefi roman”ın, “felsefi görüşleri
ete kemiğe bürüye”n, “onlara adeta can ver”en, “ruh kata”n2
romanlar olduğunu belirtiyor. Yazarın bir kategori olarak belirlemeye çalıştığı
“felsefi roman”a ilişkin önermeleri, yeterince açıklayıcı olmadığı gibi,
gerekli temellendirmelerden de yoksun. “Felsefi roman” kategorisi iddiasının,
ayaklarını yere basabilmesi için, her iki önerme de başka önermelerle
desteklenip açımlanmaya ve gerekçelendirilip temellendirilmeye muhtaç. Dahası
“felsefi roman” kategorisi içerisinde yer alacak bir romanın, bu kategori
dışında bırakılacak romanlardan başat, belirleyici, karakteristik anlamda
spesifik özelliklerinin ve ayrımlarının da ortaya konması gerek. Ne var ki,
Aytaç’ın “Felsefi Roman” adlı kitabının ne “Giriş” ne de “Sonuç” bölümünde
bunlara rastlamak mümkün.
Elbette kitabın bir de
“felsefi roman” kategorisinde sayılan roman incelemelerine dayanan orta kısmı,
hatta ana gövdesi var. Denilebilir ki, önermelerin açıklamaları,
temellendirmeleri oradadır. Böyle bir itirazı da düşünerek, bir de oraya
bakalım. Yazıyı daha fazla uzatmamak için, Aytaç’ın inceleyip örnek olarak
gösterdiği romanların hepsi üzerinde durmayacağım. Şimdilik bunlardan bazılarına
değinip yeni sorular yöneltmenin yeterli olacağını düşünüyorum.
Aytaç’ın
Felsefi Romanlarından Birkaç Örnek
Aytaç, kitabında,
felsefi roman örneği olarak seçtiği on beş romana yer veriyor. Yeni soruları ve
konu üzerine tartışmayı beraberinde getirmesi olası olan bu örneklerin başında,
12. Yüzyılda İbn Tufeyl tarafından kaleme alınmış, Hayy Bin Yakzan yer alıyor.
Genel olarak tarih, özel olaraksa düşünce ve edebiyat tarihi çalışmalarının
sağladığı veriler ışığında, roman vasfına sahip olan ilk yapıtın hangisi olup
olmadığı tartışmalı (ki bazıları için ilk örnek Cervantes’in Don Kişot’udur)
olmasına rağmen; Aytaç, hem “ilk felsefi roman olarak nitelediğim” dediği hem
de “Literatürde ilk felsefi roman olarak geç”tiğini belirttiği bu yapıtı,
“Giriş” ile “Son Söz” arasında yer alan kurmaca özelliğinden dolayı, ilk sıraya
yerleştiriyor. Ki peşi sıra sormak gerekiyor: Bu durumda Hayy Bin Yakzan, aynı
zamanda ilk roman mıdır? Eğer ilk roman değilse ve ondan öncesi varsa, onların
felsefi olup olmamalarının ölçütü nedir?
Her roman kurmacadır, ama her kurmaca roman mıdır?
İbn Tufeyl’in, Hayy Bin
Yakzan’da, Gazali’nin erişmiş olduğu “mertebeye ulaşmanın yollarını ‘Gazali’nin
ve İbn Sina’nın eserlerini karşılaştırarak’ göstermeyi amaçladığını” belirten
Aytaç, onun aynı zamanda “Kuran’dan alıntılara da yer ver”diğini aktarır. Bir
soru da burada sormak gerek: Açık ya da örtük bir biçimde bir ya da birden
fazla filozofun düşüncelerine yer verilmiş, herhangi bir dinin kutsal
metinlerinden alıntılar yapılmış her roman, “felsefi roman” kategorisine mi
dâhildir? Ayırarak ve biraz daha sınırları zorlayarak sorayım: Bu takdirde,
salt dinsel kabullerle yazılmış, dinsel önerme ve alıntılar içeren her roman,
felsefi roman mıdır? Eğer bu soruya “Din de bir felsefedir. Her din felsefi
anlamda bir ya da birkaç kabulle başlayan, siyasal-ideolojik anlamda dogmatik
önermeler bütünüdür. Dolayısıyla yukarıdaki özelliklere sahip her dinsel roman
aynı zamanda felsefi romandır” yanıtını verirse biri, susar, duraksarım. Ama bu
durumda bile daha önce sorulmuş olanlar yanıtını bulmuş olmaz.
Kitapta incelenen bir
diğer felsefi roman örneği ise Alman Edebiyatı’ndan Chistoph Martin Wieland’ın,
“Agathon’un Hikayesi”. Aytaç, söz konusu incelemesinde, Hayy Bin Yakzan’ı “ilk
felsefi roman olarak nitele”mesinden dolayı olsa gerek, “Agathon’un Hikayesi”ni
değil, ama yazarı Wieland’ı “Yalnız felsefi romanın değil, yeni Alman
romanının” da “ilk temsilcisi” olarak niteliyor. Felsefi romanın ilk temsilcisi,
neden ilk felsefi romanın da yazarı değil? Ya da ilk felsefi romanı yazan,
neden felsefi romanın ilk temsilcisi değil?
Soruları bir yana
bırakıp “Agathon’un Hikayesi”ne, Aytaç’ın bu romanı neden “felsefi roman”
kategorisine aldığına bakalım. Aytaç, “romanın felsefe romanı niteliğine
gelelim” dedikten sonra, romandaki şu özelliklerin altını çiziyor: Figürler,
gelişimi, değişimi izlenen ana figürün dışındakiler ya bizzat filozoflar, belli
felsefe çizgilerinin temsilcileri ya da bilge kişilerdir. Yan figürler
sayılabilecekler de o felsefe çizgilerini somutlaştırmaya yardımcı olanlardır.
Aytaç’ın kapsamlı bir
incelemeye tabi tuttuğu ve kitabında en fazla yeri kaplayan “Agathon’un
Hikayesi”, bir “Bildungsroman”, bir başka deyişle, “gencin bilinen gelişim
sürecinde belli aşamalarını içeren” bir roman. Aytaç, “romanda farklı
felsefeler”in, “farklı dünya görüşleri”nin, “mutluluk anlayışlarındaki
farklılıkta dile gelmekte” olduğunu belirtiyor ve “Romanı felsefe katına
çıkaransa bu aşamaların”, yani “gencin bilinen gelişim sürecinde”ki “belli
aşamaların”, “öğretmen ya da eğitici figürünün bir antik Yunan filozofu oluşu,
söz konusu aşamanınsa gerçek hayattan bir sevgili ya da siyasi hayatta etkili
bir devlet adamının etkisi altında, çevresindeki yaşantı ve deneyimlerle somutlaşmasıdır.
Hedef, her aşamada mutluluktur” diyor.
Mutluluğun ele
alındığı, “gelişim basamaklarını”n “yeni mutluluk yaşantılarına ulaşma
aşamaları olarak sergile”ndiği “Agathon’un Hikayesi”, konunun farklı
filozofların görüşleri, düşünceleri temelinde işlenmiş olmasına ve “felsefi
görüşleri ete kemiğe bürüyerek onlara adeta can ver”mesine, “ruh kat”masına
istinaden, eğer bir kategori olarak “felsefi roman” ayrımı temellendirilip
netleştirilirse, bu kategorinin, Aytaç’ın incelemeleri içerisindeki en önemli
örneği olarak yer alabilir. Keza kitapta yer verilen “Sofi’nin Dünyası” da…
Elbette, herhangi bir konunun bir ya da birden fazla farklı filozofların
görüşleri temelinde işlendiği her roman “felsefi roman” kategorisinde
sayılırsa… Ancak dikkat edilecek olursa, aslında her iki romanın da gönderge ve
göstergeleri ile aynı zamanda hakikatleri yalnızca kendileriyle sınırlı
değildir. Aksine kendilerinin dışında da aramanın kapısını
aralamaktadırlar.
Aytaç’ın felsefi roman
örnekleri arasında, Thomas Mann’ın “Büyülü Dağ”ından, Hermann Hesse’nin “Boncuk
Oyunu” ve Zamyatin’in “Biz”ine; Sarte’ın “Bulantı”sından Peyami Safa’nın
“Yalnızız”ına; Hikmet Temel Akarsu’nun “Nihilist”inden Ahmet Ümit’in “Bab-ı
Esrar”ı ve Elif Şafak’ın “Aşk”ına dek başka romanlar da var. Keza “konusunun
felsefiliği” bağlamında da Gürsel Korat’ın “Rüya Körü” ile Max Frisch’in “Bin
ya da Peking’e Seyahat” adlı romanları.
Bunların içerisinden
Ahmet Ümit’in “Bab-ı Esrar”ı için, “Eser, roman dokusuna katılan
Mevlevilik-metafizik bilgileriyle Türk edebiyatına bir felsefi roman örneği
sunuyor” diyen Aytaç, Elif Şafak’ın “Aşk”ı için ise, romandan yaptığı alıntının
ardı sıra, şöyle yazıyor : Sufi’yi yani Tasavvuf felsefesini benimsemiş kimseyi
filozofla bir tutan bu anlayış, Elif Şafak’ın Mevlana ve Şems’i merkezine alan
Aşk romanını (…) felsefe romanı olarak nitelememizi yersiz saymayacaktır.
Aytaç’ın söyledikleri,
“felsefi roman”a ilişkin başka soruları olanaklı kılıyor: Genelde mistisizmi,
Tasavvufu, metafiziği, bir adım daha ötesinde Musevilik, Hıristiyanlık ve
İslamiyet’i, Budizm’i, vb. “dokusuna katan”; özelde Mevleviliği, Bektaşiliği,
Sünniliği, Sufiliği, vb. işleyen ya da tarihsel veya güncel anlamda dinsel
kimlikli şahsiyetleri konu edinen, onların düşüncelerine yer veren, her roman,
“felsefi roman” mıdır? Eğer Aytaç’ı veri alarak yanıtınız “Evet” olursa,
“felsefi roman” için “örnekleri daha az olduğundan” sözünü söylemenin asla
mümkün olamayacağını da fark edersiniz. Eğer yanıt “Hayır” olursa da
“ötekilerin suçu, günahı, kusuru ne ki?” diye sormak gerekir.
“Felsefi Roman”
kitabında verilen son iki örnek ise bir karşılaştırma: Gürsel Korat’ın “Rüya
Körü” adlı romanıyla Max Frisch’in “Bin ya da Peking’e Seyahat” adlı romanının
karşılaştırılması. Aytaç, her iki romanı da konusunun felsefiliği nedeniyle ele
alıyor. Zaman’ın “Antik Yunan felsefesinden” günümüze dek filozofların, bir
başka deyişle felsefenin konusu olduğunu belirtiyor. Oysa yalnızca zaman değil,
sevgi, aşk, toplum, siyaset, savaş, eğitim, ilişki, cinsellik, tarih, din, ahlâk,
vb. birçok şey felsefenin konusudur. Felsefenin neliği temelinde filozofun
kendisine konu edinemeyeceği, üzerine düşünüp söz söyleyemeyeceği, neredeyse
hiçbir şey yoktur.
Dolayısıyla konusunun
felsefiliği nedeniyle denildiğinde, aşktan siyasete, dinden cinsellik ve sekse,
ahlâktan eğitim, sevgi, savaş, suç ve cezaya dek her şeyin felsefe konusu
olabilmesi bağlamında, bunları işleyen, konu edinen her romanın, “felsefi
roman” kategorisine dâhil edilmesi gerekir. Hal böyle olunca da, yukarıda
söylenenleri de dikkate aldığımızda, bir tür olarak romanın kapsamında kalan
her yapıtın, aslında “felsefi roman” kategorisinde olduğu sonucuna varmak
kaçınılmazlaşır. Bu durumda, yeniden başa dönüp pirinçlerin içinden taşları mı
ayıklamak gerekir, yoksa taşların içinden pirinçleri mi, siz karar verin artık.
Romanın
İki Boyutu
Hangi türe ait
sayılırsa sayılsın, her romanın öncelikli olarak iki temel boyutu vardır: Etik
ve estetik3. Romanın biçim özellikleri, onun estetik
boyutunu oluşturur. Aytaç’a göre de “Başarılı bir romanın ölçüsü içerik ile
biçimin, yani kurgu ile üslubun uyumu”na bağlıdır.
Etik boyut ise hem
anlatıya, romanın dokusuna içselleştirilen etik problemler hem de kurgulanan
olaylar ve kişilerle; onların olaylar karşısındaki tutum ve davranışları, birbirleriyle
kurdukları etik ilişkilerle sergilenir. Yazarın neyi, neden, nasıl ve niçin
anlamlandırdığına ve anlatmak, göstermek istediğine bağlı olarak içerik kazanır
ve yapıtta nesneleşir. Bir yapıtta ortaya konan herhangi bir etik problemin,
kurgulanan herhangi bir etik ilişkinin, felsefi olarak nitelenebilmesi için,
etik yani ahlâk felsefesi anlamında, herhangi bir felsefi anlayışa ya da
filozofun düşüncesine dayanması gerekmez. Bu anlamda, romanda anlatılan,
kurgulanan her etik ilişki, tasarlanan her etik problem, onun, yani romanın
özelde etik genelde ise felsefi niteliğine işaret eder. Peki; bunların varlığı,
bir romanı kendi başına felsefi roman kategorisine yerleştirmeye yeter mi?
Karar sizin! İster pirinçleri seçin, isterseniz taşları!
Sözün özü: Roman
içerisinde, “felsefi roman” da dâhil
yeni kategorileştirmeler ileri sürülebilir, yeni sınıflandırmalar yapılabilir
mi? Bu elbette mümkündür. Ancak Aytaç’ın, “Felsefi Roman” kitabındaki,
yeterince açımlanıp temellendirilmemiş, gerekçe ve dayanakları gereği gibi
ortaya konmamış önerme ve tanımlama girişimleriyle değil. Bir tür içerisinde
böylesine yeni kategorileştirme iddiasında olan herkes, en azından, “poetik bir
tasarım olarak Felsefi Şiir”4 den söz
eden, kendini nakzetse de önermelerini açımlayıp temellendirme sorumluluğunu
taşıyan Yücel Kayıran kadar çaba harcamalı ve önermelerinin, tezlerinin
gereğini yapmalıdır. Aksi bir durum, “ben söyledim oldu, kime ne?” anlayışına
varıp dayanır.
Böylesi bir noktaya
savrulmamak için, yapılması gereken önemli bir iş de şudur: Eski bir deyişle,
yeni bir kategori, yeni bir sınıflandırma oluştururken, aynıları aynı yere
toplayabilmek ve diğerlerini dışarıda bırakabilmek için, o “şeyin ağyarını mani
efradını cami kılmak gerek”. Bu yapılsın yeter. Daha ötesini, şimdilik,
söylemeye gerek de yok zaten. Çünkü bunun gereğini yapamamak, romanda
felsefeyi, hiç hak etmediği halde bir kategoriye hapsetme girişiminden ve
yanılsamasından öte bir değer taşımaz.
NOT: Bu yazı, daha
hacimli bir makalenin ikinci bölümüdür. Ve SÖZCÜKLER Dergisi’nin 36. sayısında
yayınlanmıştır.
1 Gürsel
Aytaç, Felsefi Roman, Phoenix Yayınları. Aksi belirtilinceye dek metin içindeki
alıntılar, adı geçen kitaptandır.
4 Yücel Kayıran,
“Felsefi Şiir ve Evet Etik”, Yapı Kredi Yayınları; Bunun yanı sıra bakınız;
Felsefi Şiir ve Felsefenin İşlevi, Hürriyet Gösteri, Sayı 296, Kış 2008-2009 ve
http://atalaygirgin.blogspot.com