15 Mart 2012 Perşembe

AH ŞU KAVRAMLAR...


AH ŞU KAVRAMLAR...



Atalay GİRGİN*

        

Tarihsiz bir kavram, kavramsız bir tarih yoktur. Tarihi yapan da insandır, kavramları yapan da...

        

Düşünmenin, düşüncelerini ifade etmenin, temel birimleri olan kavramlar, “nesne ve olayların zihindeki tasarımı” olarak tanımlanmaktadır. Her durumda ve her kavram için geçerli midir bu? Dahası hangi nesnenin, hangi olayın, kimin zihnindeki tasarımı?

        

Özellikle ikinci soruyu düşündüğümde, -tüm kavramlar için olmasa da-, bazı kavramların, insanın düşünce ve söylemini belirleyen, bakış açısını yönlendiren, hatta kendi bulunduğu yeri bile yanılsamalı bir biçimde kavramasına neden olan siyasal ve ideolojik bir nitelik taşıdığı sonucuna varıyorum. Hele hele tanık olduğum bazı konuşmalar ve başkalarından dinlediğim olay aktarımları ya da okuduğum bazı yazılar, bu düşüncemin doğru olduğu kanaatini daha da güçlendiriyor.



Bu durumda, yaptığı kavramları, olay ve nesnelerin bir tasarımı, gerçekliği düşünmenin ve anlamlandırmanın temel  birimleri olarak, ötekinin bilincinde var edebilen insan, en azından düşünüş ve söylem düzeyinde, siyasal ve ideolojik anlamda egemenliğini sağlamış demektir.  Bu niteliğe haiz kavramlarla düşünenler ise, söz konusu egemenliğin ya “ideolojik esirleri” ya da onun bilinçli hizmetkarlarıdır.    

        

Kavramların siyasal ve ideolojik karakterini ve işlevini düşünüşüm yeni değil elbette... Her kavram için değilse de birçoğu üzerine kafa yorduğum oldu geçmişte.  Bu yazıyı yazmama neden olan kavram üzerine de düşünüp geçmiştim. Ancak son zamanlardaki bazı tanıklıklarım, tepkimi ifade etmeye yöneltti beni...

        

Bu hangi kavram mı? Ortadoğu...

        

Ortadoğu; hem yön hem de yer bildiren, coğrafi bir bölgenin adı olarak telaffuz edilen bir kavramdır. İyi de kimin bakışına göre, kime göre bir coğrafi bölgenin adıdır bu? Kim, neye göre belirlemiştir bunu? Nereden bakmıştır?



Söz konusu bölgeyi, nerede olursa olsun, “Ortadoğu” kavramıyla düşünen, söyleyen, yazan biri kimin bakışıyla, nereden algılamakta ve anlamlandırmaktadır gerçekliği?

        

Örneğin şöyle sorsam : Türkiye’de yaşayan bir insan için “Ortadoğu”, yön ya da coğrafi anlamda neresidir? Ya da İran’da, Kazakistan’da, Hindistan’da yaşayan biri için... Böylesi bir belirleme, bulunulan yerden hareketle “doğu” olarak nitelenen en uzak yere, bölgeye göre yapılır ve ikisi arasındaki bir yerin adı olabilir bu...

        

Ama ne yazık ki insanlar, bulundukları yere, duruma bakmaksızın, Türkiye’de de yaşasa, başka bir yerde de,  “Ortadoğu”dan söz ettiklerinde kendi orta doğularını düşünmüyorlar. Onlara, bu kavramı yapıp verenlerin “Ortadoğu”sunu düşünüyorlar. Gerçekliği, onların bulunduğu yerden, kendilerine göre yaptıkları anlamlandırmayla algılıyorlar. Ki bu kavram, “Avrupa merkezci” siyasal ve ideolojik bir anlayışın ifadesidir.



Bundan dolayıdır ki kendi bulunduğu, yaşadığı bir bölgeden bile, “Ortadoğu” olarak söz eden bir insan, ne denli karşı olduğunu ileri sürse de, düşünmesinin, gerçekliği algılama ve anlamlandırmasının temel birimleri olan kavramlarıyla, siyasal ve ideolojik olarak teslim olmuştur, insanın insanı sömürüsüne dayanan kapitalizme, emperyalizme ve onun egemen sınıflarına... Önce egemenin, siyasal ve ideolojik kavramlarıyla düşünmekten kurtulmak gerek, tutarlı bir karşı oluş için... Yoksa, laf-ı güzâftan öte bir değeri olmaz, karşı çıkışın...



Sözün özü : Her kavram zenginleştirmez insanı... Bazıları teslim alır, farkına bile varmadan...  Bundan dolayıdır ki, seçmeyi bilmek gerek, özellikle de kavramları...

1 Mart 2012 Perşembe

Bilinmeyene Mektup/Su'dan Şeyler

                                        
                              Bilinmeyene Mektup/Su'dan Şeyler
                                Gülistan Sinanoğlu          
                                                                               
Şükran Kozalı ile Eğreti Gelinler isimli romanı üzerine konuşurken, romanın yazılış öyküsünü anlatmıştı bana. Daha doğrusu yazmaya nasıl karar verdiğini. Kozalı, annesi ve başka bir akrabasıyla birlikte gittiği bir mezarlık ziyaretinde kitabın baş kahramanı olan Kostak Emine ile karşılaşmıştı. Kostak Emine o sırada, vaktiyle eğreti gelini olduğu adamın mezarını ziyaret ediyordu. Kozalı gördüklerinden çok etkilenmiş ve şöyle ifade etmişti; "Mezarın üzerindeki otları temizledi ve kucağında getirdiği mersinleri toprağa bıraktı. Mezar başında uzun uzun oturdu, toprağı okşadı. Adeta o mezarla sevişti. Ama bunu sadece ben gördüm..."
Yüzerken aklıma geliyor bu. Birisi de beni anlatsa mesela, şöyle diyebilir; "Suya atladı, onu kucakladı. Sarmaş dolaş oldular. Kadın mest olmuş bir şekilde onun kucağında yatıyordu. Adeta seviştiler ve bunu herkes gördü!"
Su hep olduğu gibi bugün de çok güzeldi. Kollarımı açtım ve su yüzeyine yattım. Sonra yüzdüm. Her zamanki gibi çok mutlu... Suya temas etmek olağanüstü güzeldi. Gülümsedim çoğunlukla. Orada aklıma ne geldi biliyor musun? Hani Titanik filminde bir sahne vardı filmle özdeşleşen. Geminin güvertesinde en uca çıkıp da kollarını açmıştı kız. Sevgilisi de ona sarılmış. Duruşlarını hatırlıyorsun değil mi? İşte ben de suda öyle durdum. Sırtüstü yattım ve kollarımı açtım. Gözlerim kapalıydı. Hareketsiz, sadece kendimi ona bırakıp durdum. İstesem de batmazdım. Yumuşacık bir yatak gibiydi su. Çok konforlu, çok rahatlatıcı.
En sondaki kulvarı seçmiştim yüzmek için. Çünkü geçen gün, etrafına hiç bakmadan yüzen o adamla kollarımız çarpışmıştı. Çok rahat yüzdüm, mola verip dinlendim ve yeniden yüzdüm. Tam çıkmak üzereyken görevli çocuk yaklaştı. Onu başımın arka tarafından gördüm çünkü sırtüstü yüzmekteydim. Kulaklarım suyun içindeydi, elimle bir dakika dedim ve hemen yaklaştım. Sonra şöyle bir konuşma geçti aramızda:
-Kullanıcımızsınız değil mi?
-Evet.
-Gold kullanıcı mı?
-Evet.
-Bu kulvara siz kendiniz mi geçtiniz yoksa yüzmeyi çok iyi bilmediğiniz için mi sizi buraya verdiler???

İşte bunu demeyecekti. Ben suyla öyle mutlu mesut oynarken çok ayıp etti doğrusu! Üstelik yüzme hocam Çiğdem duysa o da üzülürdü. Neyse, o kulvarlar kulüplere aitmiş ve kulüpler de gelmek üzereymiş. Bu yüzden uyarma gereği duymuş.
Yüzerken havuzla denizi karşılaştırdım bugün. Alabildiğine göz alan sularda yüzmek, güzel olduğu kadar ürkütücü de geliyor bana. Bu yüzden, denizi zaman zaman ne yapacağı belli olmayan hırçın bir sevgiliye benzetiyorum. Oysa havuz öyle değil. Onu, o kadar iyi biliyor ve tanıyorsun ki kendini hep güvende hissedebilirsin. 

Biri aşk belki de, diğeri ise sevgi... 

Farkında mısınız; hayat çok güzel:)

29 Şubat 2012 Çarşamba

ROMANDA FELSEFE


Romanda Felsefeyi Bir Kategoriye Hapsetmek 

Atalay GİRGİN*

Edebiyat çevrelerinde, genel olarak, Alman Dili ve Edebiyatı alanındaki çalışmalarıyla tanınan ve bilinen Prof. Dr. Gürsel Aytaç, “Felsefi Roman”1 adlı kitabında, bir kategori olarak “felsefi roman”ı ele alıyor. Romana felsefeyle bakmaktan, felsefi açıdan ele alıp değerlendirmekten ya da eleştirmekten söz etmiyor. Aksine; romana ilişkin duymaya alışkın olmadığımız bir sınıflandırmadan, bir kategoriden söz ediyor: Felsefi Roman. Bu kategorinin, “örnekleri daha az olduğundan (…) üzerinde pek durul”madığını belirtiyor.

Felsefi romanın neliğine ilişkin belirlemelerinin yer aldığı kısa “Giriş” yazısına, “Edebiyat ile felsefe ilişkisi, hayat felsefesi anlamında hep var olagelmiştir” diyerek başlayan Aytaç, “Ciddi anlamda felsefeyi sanat katında ele almak ise ‘felsefi’ olarak niteleyebileceğimiz edebiyat eserlerinde, daha belirgin olarak da felsefi romanlarda söz konusudur” hükmünü veriyor. Bu hükmü verirken de, felsefi olarak nitelenebilecek romanlarla, bir kategori olarak felsefi romanı birbirinden ayırıyor. Alanının uzmanı bir edebiyatçı olarak, genelde her romanın açık ya da örtük bir biçimde ve olumlu ya da olumsuz anlamda felsefi olanı içerdiğinin farkında olsa gerek ki, bunların içinden de bazılarının “felsefi olarak nitelenebileceği”ni belirtiyor. Ancak Aytaç’a göre, felsefi olarak nitelenebilmekle, felsefi roman olmak aynı şey değil. Aralarında ince bir ayrım var. Aytaç’ın yukarıdaki önermesinden hareketle bu ayrımı şu şekilde belirginleştirmek mümkün: Bir kategori olarak “felsefi roman” sınıflandırması kapsamında kalan her roman felsefidir, ama felsefi olarak nitelenebilecek her roman “felsefi roman” değildir. Bu durumda sormak gerekiyor: Bir romanın, “Felsefi roman” kategorisinde yer alabilmesi için hangi temel niteliklere sahip olması gerekir?

“Bir yaratının edebiyat eseri olarak nitelenebilmesi, bilindiği gibi yalnız konusuyla ve içeriğiyle değil, biçim özellikleriyle de ilişkilidir” diyen Aytaç, buna verdiği önemi, “Benim ‘felsefi roman’ örnekleri olarak ele alacağım eserlerde biçim olgusunu önemsediğim umarım fark edilecektir” sözüyle vurgulayarak, felsefeyle edebiyat arasındaki ayrıma geçiyor.

Aytaç’a göre, “Felsefe doğası gereği soyut olanla uğraşır. Edebiyat ise soyutu somutlaştırma gibi bir işleve sahiptir.” Felsefenin de edebiyatın da kapsamında yer alan her yapıtın, hem düşünsel hem de şu ya da bu ölçüde düşsel olması bir yana, bir düşünür olarak her filozofun ve yazarın hareket noktası gerçekliktir. Gerçeklik anlamında somut olandır. Gerçeklik ya da düşsel veya gerçek bir var olan karşısındaki konumlanışları, onu genel, tikel veya tekil düzeyde algılayış ve anlamlandırışları; hatta mevcut anlamlandırmaları, yerine göre eleştirel olarak sorgulayıp yeniden anlamlandırışları, itirazları bağlamında da geçerlidir bu. İkisinde de var olandan yola çıkılır. Filozof / düşünür, felsefenin neliği gereği, kendi öznelliğinde, olanı olması gereken açısından değerlendirip kavramlararası ilişkiler kurarak, yerine göre neliği ve gerçekliğini esas aldığı kavram çözümlemeleri yaparak, genellikle teorik düzeyde ve genellik hükmüne bürünen önermeler, temellendirmelerle düşüncelerini ifade eder.

Edebiyat alanında ise her yazar her yapıtta olanı, olması gereken, istenen ya da olabilecek, kendisinden kaçınılması gereken açısından ele almayabilir veyahut da almaz. Edebiyatta, istisnalar hariç, var olan gerçeklikten hareketle, olanın olması gereken ya da olabilecek açısından ele alınışı genellikle ütopya ve karşı-ütopya olarak nitelenen yapıtlarda söz konusudur.

Bunun yanı sıra, Afşar Timuçin’in “Düşünürün iyisi sanatçı, sanatçının iyisi düşünürdür” hükmünü dikkate alarak,  bu nitelikleri haiz yazarların yapıtlarında da bu özelliğin görüldüğünü belirtmek gerek. Onlar, her iki niteliği kendilerinde birleştirebilmiş mümtaz şahsiyetler olarak, yapıtlarına, olan üzerine düşünce ve çıkarımlarını içselleştirişleriyle de olması gerekeni gösterişleriyle de filozoflaşırlar. Ancak bunu, filozoflar / düşünürler gibi, kavramlararası ilişkiler ve kavram çözümlemeleriyle, teorik düzeyde yapmazlar. Her edebiyatçı gibi, düşünülmüş olanın içinde, düşünülüp tasarlanmış, kurgulanmış yapıtın evreninde, yer verdikleri olaylar, kişiler aracılığıyla ve sözcükleri kullanarak gerçekleştirirler. Yapıtın evrenindeki kişi ve olaylara ne denli somutluk ya da somutlaştırılmış olma niteliği atfedilirse edilsin, düşsel ve düşünsel olmaları anlamında, aslında onlar da soyuttur.

Yukarıda belirtilenler bağlamında, felsefe ile edebiyatın, filozof / düşünür ile yazarın birden çok ortak yönü vardır. Ancak bütünsel anlamda ele aldığımızda onların hem alan olarak nelikleri hem de kişi olarak iş görme ve düşündüklerini dışsallaştırma, kendilerini ifade etme tarzları farklıdır.

Dahası, edebiyat ile felsefe ilişkisi, salt hayat felsefesi anlamında değil, yazarların tek tek yapıtları bazında, genel olarak var olanın anlamlandırılmasından, onun bilgisine, insana, topluma, değer ve değerlere, siyasete, dine, devlete, vb. dek açık ya da örtük bir biçimde hep var olagelmiştir. Bazen yazarın kabullendiği ya da karşı çıktığı akımların, filozofların düşünceleri yapıta sinmiştir. Bazen de dönem dönem de olsa, her insan gibi felsefi düşünebilen ya da filozoflaşan yazarların kendi felsefi düşüncelerinin yapıta içselleşmesi bağlamında. Bu anlamda, Dostoyevski’den Victor Hugo ve Tolstoy’a, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Sabahattin Ali ve Oğuz Atay’a, G. Orwell’dan Melih Cevdet Anday ve Kaan Arslanoğlu’na, Tahsin Yücel’den Yaşar Kemal, Kemal Tahir ve Elias Canetti’ye, Franz Kafka’dan Hasan Ali Toptaş, Murat Uyurkulak, Emrah Serbes ve Nedim Gürsel’e, Zülfü Livaneli’den Umberto Eco ve Amin Maalouf’a dek, adlarını saymaktan usanacağımız yerli yabancı neredeyse her yazarın her yapıtı felsefi olanı içerir. Her birinde felsefi düşünceler, etik ilişki ve problemler, edebiyatın giysileri içinde, genellikle tebdili kıyafet dolaşır. Arada sırada da yazarın tercihine göre, saklanıp gizlenmeye bile gerek duymadan, “ben de buradayım” dercesine, edebiyatın giysilerini üzerinden atıp anadan üryan arz-ı endam eyler. Öte yandan anlatma ve gösterme biçimine takılıp kalınmadığında Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, vb. yazarların yapıtlarında felsefi olanın içerilmediğini, dolayısıyla bunların felsefi düşünceyle beslenmediğini ve felsefi niteliğinin olmadığını kim ileri sürebilir ki?

Hal böyleyken, Dünya ve Türk edebiyatı, söz konusu niteliği şu ya da bu ölçüde taşıyan yapıtlarla doluyken, Aytaç’a göre “örnekleri daha az olduğundan (…) üzerinde pek durul”mayan “felsefi roman”ın neliği nedir? Eğer belirtilen ve belirtilemeyen yazarların romanları felsefiyse, “felsefi roman”ın örnekleri az olmak bir yana, neredeyse bir tür olarak romanın geneli, “felsefi roman” kategorisindedir. Onun dışında bir şey bulabilmek, samanlıkta iğne aramaktan bile beterdir. Eğer bunlar, felsefi olanı içermelerine, felsefi düşünceler taşımalarına, dolayısıyla felsefi niteliklerine rağmen, bir kategori olarak “felsefi roman”a dâhil değilse, “felsefi roman” nedir? 

Aytaç’ın bu sorularla bağlantılı ve bunlara yanıt niteliğinde yalnızca iki cümlesi var: Bunlardan birinde, “Felsefi romanlar, felsefi düşüncelerle beslenmiş yaratıcılık (sanat) ürünleridir” diyen Aytaç; diğerinde ise “felsefi roman”ın, “felsefi görüşleri ete kemiğe bürüye”n, “onlara adeta can ver”en, “ruh kata”n2 romanlar olduğunu belirtiyor. Yazarın bir kategori olarak belirlemeye çalıştığı “felsefi roman”a ilişkin önermeleri, yeterince açıklayıcı olmadığı gibi, gerekli temellendirmelerden de yoksun. “Felsefi roman” kategorisi iddiasının, ayaklarını yere basabilmesi için, her iki önerme de başka önermelerle desteklenip açımlanmaya ve gerekçelendirilip temellendirilmeye muhtaç. Dahası “felsefi roman” kategorisi içerisinde yer alacak bir romanın, bu kategori dışında bırakılacak romanlardan başat, belirleyici, karakteristik anlamda spesifik özelliklerinin ve ayrımlarının da ortaya konması gerek. Ne var ki, Aytaç’ın “Felsefi Roman” adlı kitabının ne “Giriş” ne de “Sonuç” bölümünde bunlara rastlamak mümkün.

Elbette kitabın bir de “felsefi roman” kategorisinde sayılan roman incelemelerine dayanan orta kısmı, hatta ana gövdesi var. Denilebilir ki, önermelerin açıklamaları, temellendirmeleri oradadır. Böyle bir itirazı da düşünerek, bir de oraya bakalım. Yazıyı daha fazla uzatmamak için, Aytaç’ın inceleyip örnek olarak gösterdiği romanların hepsi üzerinde durmayacağım. Şimdilik bunlardan bazılarına değinip yeni sorular yöneltmenin yeterli olacağını düşünüyorum.

Aytaç’ın Felsefi Romanlarından Birkaç Örnek

Aytaç, kitabında, felsefi roman örneği olarak seçtiği on beş romana yer veriyor. Yeni soruları ve konu üzerine tartışmayı beraberinde getirmesi olası olan bu örneklerin başında, 12. Yüzyılda İbn Tufeyl tarafından kaleme alınmış, Hayy Bin Yakzan yer alıyor. Genel olarak tarih, özel olaraksa düşünce ve edebiyat tarihi çalışmalarının sağladığı veriler ışığında, roman vasfına sahip olan ilk yapıtın hangisi olup olmadığı tartışmalı (ki bazıları için ilk örnek Cervantes’in Don Kişot’udur) olmasına rağmen; Aytaç, hem “ilk felsefi roman olarak nitelediğim” dediği hem de “Literatürde ilk felsefi roman olarak geç”tiğini belirttiği bu yapıtı, “Giriş” ile “Son Söz” arasında yer alan kurmaca özelliğinden dolayı, ilk sıraya yerleştiriyor. Ki peşi sıra sormak gerekiyor: Bu durumda Hayy Bin Yakzan, aynı zamanda ilk roman mıdır? Eğer ilk roman değilse ve ondan öncesi varsa, onların felsefi olup olmamalarının ölçütü nedir?  Her roman kurmacadır, ama her kurmaca roman mıdır?

İbn Tufeyl’in, Hayy Bin Yakzan’da, Gazali’nin erişmiş olduğu “mertebeye ulaşmanın yollarını ‘Gazali’nin ve İbn Sina’nın eserlerini karşılaştırarak’ göstermeyi amaçladığını” belirten Aytaç, onun aynı zamanda “Kuran’dan alıntılara da yer ver”diğini aktarır. Bir soru da burada sormak gerek: Açık ya da örtük bir biçimde bir ya da birden fazla filozofun düşüncelerine yer verilmiş, herhangi bir dinin kutsal metinlerinden alıntılar yapılmış her roman, “felsefi roman” kategorisine mi dâhildir? Ayırarak ve biraz daha sınırları zorlayarak sorayım: Bu takdirde, salt dinsel kabullerle yazılmış, dinsel önerme ve alıntılar içeren her roman, felsefi roman mıdır? Eğer bu soruya “Din de bir felsefedir. Her din felsefi anlamda bir ya da birkaç kabulle başlayan, siyasal-ideolojik anlamda dogmatik önermeler bütünüdür. Dolayısıyla yukarıdaki özelliklere sahip her dinsel roman aynı zamanda felsefi romandır” yanıtını verirse biri, susar, duraksarım. Ama bu durumda bile daha önce sorulmuş olanlar yanıtını bulmuş olmaz.   

Kitapta incelenen bir diğer felsefi roman örneği ise Alman Edebiyatı’ndan Chistoph Martin Wieland’ın, “Agathon’un Hikayesi”. Aytaç, söz konusu incelemesinde, Hayy Bin Yakzan’ı “ilk felsefi roman olarak nitele”mesinden dolayı olsa gerek, “Agathon’un Hikayesi”ni değil, ama yazarı Wieland’ı “Yalnız felsefi romanın değil, yeni Alman romanının” da “ilk temsilcisi” olarak niteliyor. Felsefi romanın ilk temsilcisi, neden ilk felsefi romanın da yazarı değil? Ya da ilk felsefi romanı yazan, neden felsefi romanın ilk temsilcisi değil?

Soruları bir yana bırakıp “Agathon’un Hikayesi”ne, Aytaç’ın bu romanı neden “felsefi roman” kategorisine aldığına bakalım. Aytaç, “romanın felsefe romanı niteliğine gelelim” dedikten sonra, romandaki şu özelliklerin altını çiziyor: Figürler, gelişimi, değişimi izlenen ana figürün dışındakiler ya bizzat filozoflar, belli felsefe çizgilerinin temsilcileri ya da bilge kişilerdir. Yan figürler sayılabilecekler de o felsefe çizgilerini somutlaştırmaya yardımcı olanlardır.

Aytaç’ın kapsamlı bir incelemeye tabi tuttuğu ve kitabında en fazla yeri kaplayan “Agathon’un Hikayesi”, bir “Bildungsroman”, bir başka deyişle, “gencin bilinen gelişim sürecinde belli aşamalarını içeren” bir roman. Aytaç, “romanda farklı felsefeler”in, “farklı dünya görüşleri”nin, “mutluluk anlayışlarındaki farklılıkta dile gelmekte” olduğunu belirtiyor ve “Romanı felsefe katına çıkaransa bu aşamaların”, yani “gencin bilinen gelişim sürecinde”ki “belli aşamaların”, “öğretmen ya da eğitici figürünün bir antik Yunan filozofu oluşu, söz konusu aşamanınsa gerçek hayattan bir sevgili ya da siyasi hayatta etkili bir devlet adamının etkisi altında, çevresindeki yaşantı ve deneyimlerle somutlaşmasıdır. Hedef, her aşamada mutluluktur” diyor.

Mutluluğun ele alındığı, “gelişim basamaklarını”n “yeni mutluluk yaşantılarına ulaşma aşamaları olarak sergile”ndiği “Agathon’un Hikayesi”, konunun farklı filozofların görüşleri, düşünceleri temelinde işlenmiş olmasına ve “felsefi görüşleri ete kemiğe bürüyerek onlara adeta can ver”mesine, “ruh kat”masına istinaden, eğer bir kategori olarak “felsefi roman” ayrımı temellendirilip netleştirilirse, bu kategorinin, Aytaç’ın incelemeleri içerisindeki en önemli örneği olarak yer alabilir. Keza kitapta yer verilen “Sofi’nin Dünyası” da… Elbette, herhangi bir konunun bir ya da birden fazla farklı filozofların görüşleri temelinde işlendiği her roman “felsefi roman” kategorisinde sayılırsa… Ancak dikkat edilecek olursa, aslında her iki romanın da gönderge ve göstergeleri ile aynı zamanda hakikatleri yalnızca kendileriyle sınırlı değildir. Aksine kendilerinin dışında da aramanın kapısını aralamaktadırlar.         

Aytaç’ın felsefi roman örnekleri arasında, Thomas Mann’ın “Büyülü Dağ”ından, Hermann Hesse’nin “Boncuk Oyunu” ve Zamyatin’in “Biz”ine; Sarte’ın “Bulantı”sından Peyami Safa’nın “Yalnızız”ına; Hikmet Temel Akarsu’nun “Nihilist”inden Ahmet Ümit’in “Bab-ı Esrar”ı ve Elif Şafak’ın “Aşk”ına dek başka romanlar da var. Keza “konusunun felsefiliği” bağlamında da Gürsel Korat’ın “Rüya Körü” ile Max Frisch’in “Bin ya da Peking’e Seyahat” adlı romanları.

Bunların içerisinden Ahmet Ümit’in “Bab-ı Esrar”ı için, “Eser, roman dokusuna katılan Mevlevilik-metafizik bilgileriyle Türk edebiyatına bir felsefi roman örneği sunuyor” diyen Aytaç, Elif Şafak’ın “Aşk”ı için ise, romandan yaptığı alıntının ardı sıra, şöyle yazıyor : Sufi’yi yani Tasavvuf felsefesini benimsemiş kimseyi filozofla bir tutan bu anlayış, Elif Şafak’ın Mevlana ve Şems’i merkezine alan Aşk romanını (…) felsefe romanı olarak nitelememizi yersiz saymayacaktır.

Aytaç’ın söyledikleri, “felsefi roman”a ilişkin başka soruları olanaklı kılıyor: Genelde mistisizmi, Tasavvufu, metafiziği, bir adım daha ötesinde Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet’i, Budizm’i, vb. “dokusuna katan”; özelde Mevleviliği, Bektaşiliği, Sünniliği, Sufiliği, vb. işleyen ya da tarihsel veya güncel anlamda dinsel kimlikli şahsiyetleri konu edinen, onların düşüncelerine yer veren, her roman, “felsefi roman” mıdır? Eğer Aytaç’ı veri alarak yanıtınız “Evet” olursa, “felsefi roman” için “örnekleri daha az olduğundan” sözünü söylemenin asla mümkün olamayacağını da fark edersiniz. Eğer yanıt “Hayır” olursa da “ötekilerin suçu, günahı, kusuru ne ki?” diye sormak gerekir.

“Felsefi Roman” kitabında verilen son iki örnek ise bir karşılaştırma: Gürsel Korat’ın “Rüya Körü” adlı romanıyla Max Frisch’in “Bin ya da Peking’e Seyahat” adlı romanının karşılaştırılması. Aytaç, her iki romanı da konusunun felsefiliği nedeniyle ele alıyor. Zaman’ın “Antik Yunan felsefesinden” günümüze dek filozofların, bir başka deyişle felsefenin konusu olduğunu belirtiyor. Oysa yalnızca zaman değil, sevgi, aşk, toplum, siyaset, savaş, eğitim, ilişki, cinsellik, tarih, din, ahlâk, vb. birçok şey felsefenin konusudur. Felsefenin neliği temelinde filozofun kendisine konu edinemeyeceği, üzerine düşünüp söz söyleyemeyeceği, neredeyse hiçbir şey yoktur.

Dolayısıyla konusunun felsefiliği nedeniyle denildiğinde, aşktan siyasete, dinden cinsellik ve sekse, ahlâktan eğitim, sevgi, savaş, suç ve cezaya dek her şeyin felsefe konusu olabilmesi bağlamında, bunları işleyen, konu edinen her romanın, “felsefi roman” kategorisine dâhil edilmesi gerekir. Hal böyle olunca da, yukarıda söylenenleri de dikkate aldığımızda, bir tür olarak romanın kapsamında kalan her yapıtın, aslında “felsefi roman” kategorisinde olduğu sonucuna varmak kaçınılmazlaşır. Bu durumda, yeniden başa dönüp pirinçlerin içinden taşları mı ayıklamak gerekir, yoksa taşların içinden pirinçleri mi, siz karar verin artık.

Romanın İki Boyutu    

Hangi türe ait sayılırsa sayılsın, her romanın öncelikli olarak iki temel boyutu vardır: Etik ve estetik3. Romanın biçim özellikleri, onun estetik boyutunu oluşturur. Aytaç’a göre de “Başarılı bir romanın ölçüsü içerik ile biçimin, yani kurgu ile üslubun uyumu”na bağlıdır.

Etik boyut ise hem anlatıya, romanın dokusuna içselleştirilen etik problemler hem de kurgulanan olaylar ve kişilerle; onların olaylar karşısındaki tutum ve davranışları, birbirleriyle kurdukları etik ilişkilerle sergilenir. Yazarın neyi, neden, nasıl ve niçin anlamlandırdığına ve anlatmak, göstermek istediğine bağlı olarak içerik kazanır ve yapıtta nesneleşir. Bir yapıtta ortaya konan herhangi bir etik problemin, kurgulanan herhangi bir etik ilişkinin, felsefi olarak nitelenebilmesi için, etik yani ahlâk felsefesi anlamında, herhangi bir felsefi anlayışa ya da filozofun düşüncesine dayanması gerekmez. Bu anlamda, romanda anlatılan, kurgulanan her etik ilişki, tasarlanan her etik problem, onun, yani romanın özelde etik genelde ise felsefi niteliğine işaret eder. Peki; bunların varlığı, bir romanı kendi başına felsefi roman kategorisine yerleştirmeye yeter mi? Karar sizin! İster pirinçleri seçin, isterseniz taşları!

Sözün özü: Roman içerisinde,  “felsefi roman” da dâhil yeni kategorileştirmeler ileri sürülebilir, yeni sınıflandırmalar yapılabilir mi? Bu elbette mümkündür. Ancak Aytaç’ın, “Felsefi Roman” kitabındaki, yeterince açımlanıp temellendirilmemiş, gerekçe ve dayanakları gereği gibi ortaya konmamış önerme ve tanımlama girişimleriyle değil. Bir tür içerisinde böylesine yeni kategorileştirme iddiasında olan herkes, en azından, “poetik bir tasarım olarak Felsefi Şiir”4 den söz eden, kendini nakzetse de önermelerini açımlayıp temellendirme sorumluluğunu taşıyan Yücel Kayıran kadar çaba harcamalı ve önermelerinin, tezlerinin gereğini yapmalıdır. Aksi bir durum, “ben söyledim oldu, kime ne?” anlayışına varıp dayanır.      

Böylesi bir noktaya savrulmamak için, yapılması gereken önemli bir iş de şudur: Eski bir deyişle, yeni bir kategori, yeni bir sınıflandırma oluştururken, aynıları aynı yere toplayabilmek ve diğerlerini dışarıda bırakabilmek için, o “şeyin ağyarını mani efradını cami kılmak gerek”. Bu yapılsın yeter. Daha ötesini, şimdilik, söylemeye gerek de yok zaten. Çünkü bunun gereğini yapamamak, romanda felsefeyi, hiç hak etmediği halde bir kategoriye hapsetme girişiminden ve yanılsamasından öte bir değer taşımaz.









NOT: Bu yazı, daha hacimli bir makalenin ikinci bölümüdür. Ve SÖZCÜKLER Dergisi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır.

               





* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
1 Gürsel Aytaç, Felsefi Roman, Phoenix Yayınları. Aksi belirtilinceye dek metin içindeki alıntılar, adı geçen kitaptandır.
2 Aytaç’ın bölerek aktardığım cümlesinin ilgili kısmı şöyledir: felsefi roman, felsefi görüşleri ete kemiğe bürüyerek onlara adeta ‘can verir’, ruh katar. Sf. 9-10.

3 A. Galip, Tartışılan Roman, Algı Yayın. Bunun yanı sıra söz konusu kitapla ilgili ayrıntılı bir değerlendirme için baknınız. “Tartışılan Roman ve Eleştiri”, Hürriyet Gösteri, Sayı 295, 2008 ve http://atalaygirgin.blogspot.com

4 Yücel Kayıran, “Felsefi Şiir ve Evet Etik”, Yapı Kredi Yayınları; Bunun yanı sıra bakınız; Felsefi Şiir ve Felsefenin İşlevi, Hürriyet Gösteri, Sayı 296, Kış 2008-2009 ve http://atalaygirgin.blogspot.com

19 Şubat 2012 Pazar

DUVARA YAZILANLAR


                   DUVARA YAZILANLAR
                                 
                                              Sabiha KÖTEK

İnsanın içini döktüğü en yaratıcı alanlardır duvarlar. İnsan açıktan ve olağan yollarla dile getiremediklerini duvarlara yazar. Yaşam görüşlerini, siyasi anlayışlarını, aşklarını, hayal kırıklıklarını, öfkelerini, sevinçlerini, korkularını, güdülerini, umutlarını ve daha akla hayale gelmeyecek yanlarını yazar. Hatta bazen yazılan şey hiçbir şeydir, sadece yazanın yaşadığını gösteren naçizane bir izdir. Ölümsüzlüğü bir türlü keşfedemeyen insanoğlunun ölüm karşısındaki en eski savunması değil midir iz bırakma istemi? İlk çağlara ait mağara duvarlarına yapılan resimlerin, konulan işaretlerin; eski Mısır’da yolculuğa çıkanların geçtikleri yerlerin duvarlarına yazdıkları adları ya da çizdikleri resimlerin amacı hep bu iz bırakma istemi değil midir?

“ Offf ulan Offf… Niye yazı yazılmış bu duvarlara?”

Duvara yazı yazan kişinin her koşulda o duvarın bulunduğu sokakla, mekânla sıkı bir ilişkisi olduğu düşünülür. Kocaman yazılmış bir “ DONDUM” yazısını yazan, işadamı Ahmet bey değil, o duvarın dibinde dondurucu bir kış gecesini geçiren ‘birisi’ olmalıdır. Ama bu ilişki sadece sokağın sakini olması ile sınırlı değildir, daha da önemlisi sokakla, o sokağın kültürüyle donanmış biridir duvar yazıcısı. Yaşamını sadece kapalı mekânlarda geçirmeyen, yaşam mekânı sokak olan insanlar duvarlara yazar. Böyle olunca da duvar yazılarının bir numaralı düşmanı dört duvar arasına sıkışıp kalmış yaşamdır.

“ Duvara yazı yazın, biz buradayız emniyettesiniz dediler… Yazdım şimdi emniyetteyiz…”
Gücü ellerinde tutanların, iktidar olanların canını fena halde sıkar duvar yazıları. Çünkü kendi dünyalarının dışında, daha gerçek, daha renkli bir dünyanın olduğunu alay edercesine hatırlatırlar. Bu tatsız hatırlatmayı silmek için ellerinde kireç kovaları ve fırçalarla düzenli olarak “ temiz”lerler duvarları. Bu varoş insanları ve söyleyecek farklı sözü olanlar için yepyeni, tertemiz bomboş duvarlar demektir:

“ Ulaşamayacaksan emele boşa çaba sarf etme amele. Bu duvarlar ne boyalar gördü geçirdi.
Eee bundan sana ne”
“ Silemiyorsan karalayacaksın”


Duvara yazı yazanların dış mekânla bağları güçlü olduğu oranda yaşamla bağları kırılgandır. O görmezlikten gelinmiş, küçümsenmiş veya ayıplanmıştır. Neyse ki meydan okuyabileceği duvarlar vardır.

“ Bizim köyde ebe yoktu ben fırlama doğdum”

Duvara yazı yazmak en risksiz ve kolay kendini ifade etme yoludur. Ancak etkisi çoğu zaman amacını aşar. Çünkü bir duvar yazısının çekim gücü inanılmazdır. Bir duvar yazısı görüp de kafasını çevirip gidecek bir babayiğit bulamazsınız. Hatta – daha ileri gidelim – aynı duvar yazısını her gün aynı merak ve ilgi ile okuyabiliriz. Bize hiçbir şey ifade etmeyenlerini bile:

“ Ama ben kiraz sevmem ki”

Metronun aceleci kalabalığına karışmışken duvardan bize meydan okuyan “ Görev aşkından bir gün geberip gideceksiniz”i okumamak için ne kadar gözlerimizi kaçırırsak kaçıralım nafiledir ya da “ burnunda bir şey var” yazısını her okuduğumuzda elimizin burnumuza uzanmasına engel olamayız.


Duvara yazılan bir yazının okunmama olasılığı sıfırın altındadır. Çünkü duvar yazıları elden geçirilmemiştir. Oldukları gibidirler, yalın, sansürsüz. Oraya yazan, sanılanın aksine teşhir olmaz; o hiç kimsedir. Her ne kadar ona bir sıfat yakıştırmaya kalkanlar olsa da:
“ ilimdir insanın rehberi, duvardır ibnenin defteri”

Bu defteri okumak herkese keyif verir. Duvar yazıları kıvrak zekânın ürünüdürler. İnsan beyninin sınırlandırılmadan, koşullandırılmadan neler yapabileceğinin en güçlü göstergeleridirler. Dayanılmaz çekiciliklerinin en önemli nedenlerinden biri budur. En acıtan gerçekler bile duvarda ince bir mizah, ironi ile yumuşar, katlanılır hale gelir:

“ Kim vurduya gittim, gelicem”
“ Nazar etme ne olur! Gasp et senin de olur”
“ okusaydım adam olacaktım şimdi milyarderim”
“ Hayat bir reddediştir.
Hayır değildir”
“ Sigara sağlığa zararlıdır. İmza: puro”
“ Hayat buysa üstü kalsın”
“ Eskiden hiçbir işi tamamlayamazdım ama bu ke…”
“ Dondum
Ben de atlettim”
“ Ben bittim abi şimdi pireyim”

Kimi zaman da duvar yazıları hiçbir amaç taşımaz, sadece keyifli bir kelime oyunudur.

“ Son gülen espriyi en son anlayandır!!”
“ Sordum sarıçiçeğe soruma cevap vermedi”
“ Kimya kim ya!”
“ Paraya para demezdi, çünkü ‘r’leri söyleyemezdi”
“ Ölsem de gam yemem çünkü gaz yapıo”


Her duvar yazısı bir çığlıktır. Ben buradayım çığlığı, her şey sizin söylediğiniz gibi değil çığlığı, bakın dünyada böyle şeyler de oluyor çığlığı… Taşıdıkları bu muhalif öz nedeniyle toplumsal tepki oluşturmada kullanılan en eski yazı türüdür duvar yazıları. İnsanı sıkıştırıp şekilsizleştiren her türlü toplumsal, siyasal, ekonomik, dini kalıplar ve sorunlar bu yazılarla topa tutulur. Bunun en doğrudan olanı, 12 Eylül öncesi sıkça gördüğümüz, günümüzde yok denecek kadar seyrek rastlanan siyasi sloganlardır:
“ Ya Devrim Ya Katliam”
“ Tek Yol Devrim”
“ Yaşasın 1 Mayıs”
“ Ne tanrı, ne devlet / ne efendi, ne köle”
“ İnsanlık onuru işkenceyi yenecek”

Duvara doğrudan yazılan sloganlar ne derece amaçlanana hizmet ettiler bilinmez ama ince bir zekâ ile mizah katılmış hinoğlu hin duvar yazılarının en donuk beyinleri bile gıdıklayacağı kesindir.
“ Üniversite kullanmıyorum yöksürtüyor. Bir összede”
“ Üniversitede oku. İşsizler ordusunun en kalifiye elemanı ol”
“ Kurtlardan teklif geldi, sürüden ayrılıyorum”
“ Yalnızca hayvanlar kürk giyer”
“Papağanımı konuşması için terörle mücadeleye verdim sonuçtan memnunum”
“ Düşünce suç olmasın / kalkınca suç olsun”


Duvar yazıları yazıldıkları mekânın aynasıdır. Yalnızca duvar yazılarını okuyarak o yerin – sokak, mahalle, semt, şehir, ülke – ruhunu koklayabiliriz. Sadece Türkiye’de koklayabileceğimiz bir koku, arabesk bir isyanla bıçkın delikanlılığın ilginç bileşimidir. Kendine özgü, apayrı bir dünyadır bu:

“ Bizde dostluk nedir bilir misin? Son nefesin kaldıysa al dostum bu can senindir… Yolun sonu uçurumsa bekle dostum ilk adım benimdir!”
“Deliyiz meliyiz ama yürekliyiz. Ne de olsa Denizliliyiz…”
“ Keyfe keder alayına gider bir Gümüldür çocuğuyuz şeklimiz yeter”
“ İzmitliyim can yakarım körfezliyim mal satarım âlem dedikleri buysa… Ölümüne isyankârım”
“ Karanlık sokakların isyankâr delikanlıları fato, memo, ömo, faro…”
“ no hip hop yes müslüm baba”
“ Entel dantel anlamayız biz / her kahvede masamız her karakolda adımız / her güzel kızda fotoğrafımız vardır”
“ Nuri Alço kıymetlimisss”

Bu dünyanın bir başka yansıması da sitem doludur.
“ İnsanlar teşekkür edemedikleri zaman nankörlük edermiş”
“ Bazen değer verdiğin insanlar bile senin gözünde değerini kaybedebiliyo belki de gözün kadar değeri bile haketmiyo…”


Duvar yazılarının ülkeden ülkeye ne kadar farklılıklar gösterdiğini görmek de şaşırtıcıdır:
“ fun fact: 1/6 of the world is chinese – komik gerçek: dünyanın altıda biri Çinli ”
( Avustralya)
“ Do you think I’m fat – sence şişman mıyım” ( Kanada )
“ Fight mediocrity / shoot a hipster – vasatlıkla savaş bir serseri( aynı zamanda kalçada toplanan pantolon anlamındadır ) vur-” ( ABD, bira reklamının yanındaki duvarda )
“ Good night everybody, good body every night – herkese iyi geceler her gece iyi beden-”
( İngiltere )
“ I’m ruff, buff and tuff - sapına kadar erkeğim – ( İngiltere )
“ Going blank again – ekran yine kararıyor, hafızam yine siliniyor – ( İngiltere )
“ Lütfen bu kaldırıma bulgur sermeyin!” ( Türkiye )

Ama bazen de benzerlik – hatta aynılık - olması duvar yazılarının özünün bir gereğidir ve şaşırtıcı değildir:
“ Paran varsa Range Rover / paran yoksa game over” ( Türkiye )
“ When Money talks, nobody pays any attention to the gramer – para konuştuğunda kimse gramere önem vermez-” ( ABD )
“ Orduya katıl enteresan insanlarla tanış ve öldür onları!”
“ Join the army! Travel to exotic, distant lands. Meet exciting, unusual people and kill them!”


Bazı duvar yazıları özneldirler. Bunlar yalnız ve yalnız yazıldıkları duvarda anlamlıdırlar:
“ Geldim, gördüm, yemedim.( yemekhane duvarı)”
“ Burası Sırbistan!
Aptallar, burası Sırbistan değil… Pastane!( eski Yugoslavya’da bir pastane duvarı)
“ Money sucks – para soğurur, tüketir ( çekilir ) – ( bir bankamatik duvarı)
“ Ahmet bunu okuyorsan şüphelerimde haklıyım demektir ( kadınlar tuvaleti duvarı)


Duvar yazıları ile zaman yolculuğuna çıkabilirsiniz. Çok değil bundan sadece on beş yirmi yıl önce utangaç ve ürkekçe yapılan isyanlar, hüzünler teknolojinin gelişimiyle birlikte kılık değiştirdi. Avrupa’daki resimli duvar yazılarını ( Grafiti ) ender de olsa ülkemizde de görebiliyoruz. Ancak bu konudaki bebeklik dönemine rağmen, bizde de artık duvar yazıları daha bir “cool” ve teknik:
“ Komşu komşunun uydu antenine muhtaçtır”
“ Face verdik Book’unu çıkardınız”
“İnternetsiz ev sensiz hayat olmaz”
“ Sen vadofon gibi hayatı yaşarken ben Turkcell gibi seni her yerde çekemem”
“ İnsanın adı çıkacağına son cd’si çıksın”
“ Sevdik de ne oldu tekel telsim zengin oldu”
“ Bu ericSON başka Erik yok”
“ Birisi demiş ki benim gibisini google’da arasan bulamazsın demiş öbürü ben de yahoo dan bulurum demiş ben de facebook tan bulurum”


Aşkın her hali duvar yazılarındadır.
Bazen bu sadece bir ilandır, naif ve romantiktir: “ Ayşe seni her türlü seviyorum” ;
Bazen sevdiğini koruyup kollayan bir merak: “ Geceyi iyi uyudun mu canım?” ;
Bazen çaresiz: “ Ben aşka küskün aşk bana, ekonomik krizzz engel kavuşmamıza” ;
Bazen yaralı, dolayısıyla da yaralayıcı: “ Gülü sevdim dikeni battı Burcuyu sevdim g.tü kalktı” ;
Bazen inkârcı: “ no manita no dır dır yes şamata yes gırgır” ;
Bazen bıçkın: “ Kolumda 3,5 jilet yarası o da aşkımın hatırası” ;
Bazen kibirli: “ Kralına yol vermişim soytarısıyla uğraşamam” ;
Bazen mahcup: “ Ölümüne sevda dedik yalancı çıktık” ;
Bazen kırgın: “ Yalanmış sevgilim” “ Ana gibi yar senin gibi yalancı olmazzz”;
Bazen yorgun: “ Bir daha seversem 27 olsun” ;
Bazen kanaatkâr ve rahat: “ Sevene can verdik sevmeyene yol verdik” ;
Bazen uyarıcı: “ Kanayan yarana kan dursun diye başka bedenler basarsan mikrop kaparsın” ; Bazen pişman: “ Özür dilerim Sinemim” “ Kraliçe olmayana taç taktım ben en büyük hatayı burada yaptım;
Bazen bilge: “ Kalp bir aşktan diğerine göç ederken az çok zedelenir… Tam aşk = İlk aşk;
Bazen koşulcu: “ Love beni loveyim seni”
bazen de nostaljik: “ Nerde kaldı eski aşklar. Şimdi Mecnun küpeli, Leyla kaşar.


Duvar yazıları toplumsal cinsiyetçiliğin en net deşifre olduğu yazılardır. Erkek egemen anlayışın kendini en pervasız ortaya serdiği yerler duvarlardır. Ancak bu zihniyet asla yalnız başına değildir. Çok sıkı iki dostu ile birlikte boy gösterir çoğu zaman: futbol holiganlığı ve ırkçılık kulvarında koşan bir milliyetçilik.

“ Semtimiz erkek semti âşık eder herkesi üzerimizden eksilmesin bayrağımızın gölgesi biz kötü günde hep omuz omuzayız övünmek gibi olmasın biz Talatpaşalıyız”
“ Çarşı Pazar kadın işi tribün erkek işi”
“ Kız dediğin İstanbul gibi olmalı, fethi zor fatihi tek”

Bazen de bu anlayışla dalga geçen yazıları okumak yüreğimizi biraz hafifletir:
“ Kızını dövmeyen damadını nah döver”
Az da olsa bu zihniyetin çelişkisini can damarından yakalayan yazılar daha da ümitlendiricidir:
“ Erkekliğiyle övünür kadından doğan erkekler”

Erkekliğiyle övünenlerin her anlamda deşarj alanı olan futbolun duvarlara yansıması tribünlerdeki görünümünden hiç farklı değildir. Bir kütleye ait olma duygusunun en sahiplenici ve pervasız biçimiyle övüngen, komik olacak kadar abartılı ve tahrik edici.
“ Fener’li misin? Öyleyse Allah başka dert vermesin”
“ Bir gün herkes Galatasaraylı olmayacak bırakın o ayrıcalık bizde kalsın”
“ Ölümden döndürdün Beşiktaş beni”

Bu kısır döngüyü kırmak için takdire şayan bir çaba gösteren çarşı grubu bile farkında olmadan döngünün içine giriverir.
“ Akıllı ol! Çarşı burada”

Cahillik ve yoksullukla beslenen ırkçılık ise insanlığın en büyük belasıdır. Ve tabi ki fazlaca “erkek” bir ağızla duvar yazılarında sık sık görülür.
“ Ölüler ölmez vatan bölünmez”
“ Hayatta iki şeyden nefret ediyorum biri ırkçılık ikincisi de zenciler”
“ Hasan AİDS’li! ( İsveç’te ‘80’li yıllarda göçmenleri aşağılayan ırkçı duvar yazısı)”

Bununla beraber, en büyük darbeyi yine boy gösterdiği duvarlarda yiyecektir;
“ Türküm, doğruyum, çalışkanım, zengin bir bayanla evlenmek istiyorum”
“ Ey yükselen yeni nesil! İnin lan aşağı”
“ Ey Türk genci! Eğer ki bir gün istikbalde dahi çalışma hevesin gelirse dur… Sakın panik yapma otur ve geçmesini bekle”


Duvar yazılarının gücünü görenler bu durumu fırsata çevirmekte gecikmemiş ve duvarları masrafsız ilan tahtasına çevirmişlerdir.
“ Yan bahçedeki beyaz kediyi kim aldıysa lütfen yerine bıraksın. Elleri kırılsın diye beddua ettim!”

Sık sık da amansız tehditlerin, meydan okumaların, gözdağı vermelerin arenasıdır duvarlar.
“ Buraya çöp dökenin anasını, avradını, bacısını…”
“ Ey buraya işeyen ibne…”
“ Beni beş kuruşa satanı ben beleşe veririm”


Arada duvarlar aracılığıyla nasihat edilir. Bunların bazıları ben yandım sen de yanma tarzında, bazıları tavsiye edecek bir şeylere sahip olmanın çocuksu sevincini taşıyan, bazıları da inceden inceye alaycıdır.
“ Sigara iç dedeni gör sigara içme torununu gör. Oldu mu bu bir tavsiye”
“ Fark edilmek istiyorsan sarımsak ye”
“ Bilmediğin boku git mektebinde oku”
“ Bir ömür boyu eşek olmaktansa 2 yıl inek olmak daha iyi”
“ Kafanızı peynir ekmekle yemeyin. Domatesle yiyin daha tatlı oluyor.
Ben denedim biraz tuzsuz ama tatlı”
“ Başkalarının seni ezmesine izin verme. Ehliyet al, sen onları ez. Temel”


Toplumun bastırılmış, susturulmuş, lanetlenmiş, ötekileştirilmiş her şeyi duvarlarında yazı olarak patlar. Duvar yazıları toplumun suratının tam ortasında çıkmış çıbanın patlamış başıdır. Patlayan çıbandan yazı olarak akan irin sağlığa iyi gelir, iyileştirir.

“ Söyleyemediklerimize inat”.

Kim bilir belki de bunun etkisiyle önemli düşünürlerin güzel sözlerini de duvar yazılarında okuruz kimi zaman. Kitap okuma alışkanlığı olmayan insanlarla ve “ best seller” dışında baskı yapmayan yayınevleriyle dolu bir ortamda bu, zekice bir alternatiftir ve görece olarak yeni bir durumdur. Aynı zamanda sırf doğrudan bir siyasi mesaj taşımıyor diye duvar yazılarının kalitesinin düştüğünü düşünenlere de bir kez daha düşünmeleri gerektiğini hatırlatır. Yatağına sığmayan su mutlaka taşacak bir yer bulur.

“ Normal tehlikelidir”
“ Amaçlar her zaman bir beden büyük olmalıdır ki ona göre gelişelim”
“ Görünüşünle karşılanır kişiliğinle uğurlanırsın”
“ İnsan söylediği sözün mahkûmu söylemediği sözün hâkimidir”
“ Her bildiğini söyleme her söylediğini bil”
“ İntihar özeleştirinin en dürüst biçimidir”

Bu kadar ağır felsefe duvarı bozar diyenler kendi yorumlarıyla bu ağırlığı hafifletmişlerdir
“ Gelme ne olursan ol gelme… Ben Mevlana değilim beni germe”
“ Ne şekil için verenle ne de veren için şekilden şekle girenle işim olmaz”
“ Hayat 3,5 ile 4 arasıdır. Ya 3,5 atarsın ya da 4 dörtlük yaşarsın”
“ Yüce şeytan sen bizim sevaplarımızı bağışla”
“ Hayat bizden aldıklarını neresine sokuyo acaba”

Duvar yazıları insanın karanlık yanı olan başkalarının yaşamlarını izleme tutkusunu tuhaf biçimde dürtükler. Onun için bazı duvar yazıları çok reyting alan diziler gibi takip ettirir kendini. Reyting konusunda fazla iddialı olanlar olsa da:
“ Ağladığımı kimseye söyleme anne onlar beni güçlü biliyor…
Şiirin devamı msn’de”

Her gün işe giderken geçtiği sokağın duvarından“ aşkın her zaman yeniden doğar prenses” yazısını okuyarak gülümseyen bir insan, bir sabah ansızın bembeyaz, “temiz”lenmiş bir duvarla karşılaşınca içinde bir şeylerin kırıldığını hisseder. Birkaç gün sonra o duvarda “ kimse seni silemez prenses” yazısını okuduğunda ise sevinçten neredeyse uçar.

Ne de olsa bir kez duvara yazıldıysa bir yazı, artık herkesindir.

16 Şubat 2012 Perşembe

BAŞBAKANIN GÜNLÜĞÜ

BAŞBAKANIN GÜNLÜĞÜ için hazırlanan afiş...

Senfonik Bir Rüya Gecesi

                              
                           Senfonik Bir Rüya Gecesi
                                Gülistan Sinanoğlu


Artık bizim de devlet tiyatromuz var, biliyorsunuz. Her hafta temsil var,  zaman zaman da konserler ekleniyor buna. Konser deyince yanlış anlaşılmasın, senfoniden bahsediyorum. Geçen perşembe akşamı İzmir Senfoni Orkestrası vardı. Bunu bir hafta önce öğrenmiş ve gitmeyi planlamıştım.

Orkestranın ününü daha önce duymuştum. Ama bu kadarını beklemiyordum doğrusu.


Biz seyirciler koltuklarımıza oturduktan ve orkestra üyeleri yani müzisyenler de yerini aldıktan hemen sonra şef gelip kısa bir sunum yapıyor.  İlk parça Hendel'den Mesih Oratoryosu. Hendel bunu yaşadığı bir hastalık sonrasında bir hafta kapanıp kimselerle görüşmeyerek yazmış. Eserin, toplamda 250-300 sayfadan oluşup tam üç saat sürdüğünü söylüyor şef, ama çalınacak olan bölüm sadece uvertürü.  Hendel bu eserden para kazanmayı kesin bir dille reddederek şöyle demiş; Bu eseri ben yazmadım. Tanrı bunu yazmam için bana yeniden nefes verdi.”  Bu yüzden de konser gelirlerinin tümünü kilise yoluyla muhtaçlara bağışlamış.

Uvertür gerçekten güzel. İnsanın ruhuna etki eden bir şey. Bazı hastalıkların tedavisinde müzik kullanıldığını göz önüne alırsak eğer, bu tespit yanlış da sayılmaz.

Uvertür bittiğinde alkışlar biraz gecikmeli geliyor. Çünkü biz, biraz acemi bir izleyici grubuyuz. Ne de olsa tiyatro, opera ya da senfoniyle yeni yeni tanışıyoruz.

Şefika Kutluer çok beğendiğim bir flüt sanatçısı. O da üç parça çalacak. Şefin anonsundan sonra alkışlar arasında sahneye geliyor. Siyah işlemeli tuvaleti içinde sade ve şık. Kısa bir konuşma yaparak memnuniyetini belirtiyor ve seslendireceği parçanın İsviçreli bir rahibin hikayesi olduğundan bahsediyor.

O çalarken ben müziğin bir dili olduğunu düşünüyorum. Öyle bir dil ki dünyanın bütün dillerine kolayca dönüşebilir. Herkes onu anlayabilir.  Müzik öğretmenliği yaparken öğrencilere müziğin bir dilinin olup olmadığını sorardım. Cevap hep aynıydı: Yoktuuuur!”  Sonra farklı müzikler dinleterek neler hissettiklerini söylemelerini isterdim. Dersin sonunda cevap hep değişirdi; Müziğin de bir dili vardır!”

İsviçre denilince ilk akla gelen Alpler oluyor ama bu parça onları değil kırları çağrıştırıyor.  Hem hüzünlü hem de insana kırları ve oralarda koşuşan yavru kuzuları anımsatan bir ezgi bu.  



Galiba İsviçre'de mevsim bahar...

Ara verildiğinde Şefika Kutluer'in albümleri satılacak. Mutlaka almalı ve kızlarımdan birinin adına imzalatmalıyım. Çünkü hemen o anda kurduğum bir hayal var; Tatlı bir genç kız elindeki albümü sevgilisine gösteriyor ve diyor ki; Bak, bunu  anneannem yıllar önce alıp annem için  imzalatmış...

İkinci parça aynı zamanda Kutluer'in yakın arkadaşı da olan ve şu anda hastalığından dolayı hastanede yatmakta olan Jose Elizondo'nun bir eseri. Kutluer seslendirmeye başlamadan önce Jose için iyi dileklerimizi rica ediyor.  Başkalarını bilmem ama ben çok içten gönderiyorum.

O çalarken bir müzisyen olmayı içimden geçiriyorum. İşte bakın benim de keşkem varmış. Eskiden, yani biz üniversite sınavlarına hazırlanırken kimin neye ilgi duyduğu önemli değildi. Puanın nereyi tutuyorsa o okula gidiyordun. İnsanın en sevdiği alanda çalışmasının gereği üzerinde durulmuyordu.


Üçüncü parça gene Elizondo'dan Tango. Flüt ve kemanın ortaklığı olağanüstü güzel. Kemanı klasik müziğe çok yakıştırıyorum nedense.

Bu arada şef iki metrekarelik platformunda tek kişilik bir gösteriye imza atıyor. Adeta dans ediyor. O neşeyle dans ederken, omuz hizasındaki saçları da kendisine eşlik ediyor. İşini çok sevdiğini düşünüyorum. Çünkü orkestrasını sadece elindeki minik çubukla değil bütün bedeniyle yönetiyor. Çubuğu bazen sağa, bazen sola, bazen de karşıya yöneltiyor.  Zaman zaman gülümsüyor. Müzisyenlerle, hiç konuşmadan iletişim kuruyor;

-Çok güzel çaldınız Ayşe Hanım,
-Bu gece süper görünüyorsunuz Ahmet Bey,
-Yürekten tebrikler Fatma Hanım,
-Sizi çok formda buldum Cemil Bey...

-Şimdi siz biraz öne çıkın lütfen Lale Hanım...


Ara verilecek...miş. Kutluer selam verip gittikten sonra orkestra üyeleri de yerlerinden kalkıyor. Acemi seyirciyiz dedim ya, aslında Kutluer sahneden ayrıldığında yapmamız gereken şeyi yapıyoruz. Alkışlar bitmek bilmiyor. Şef yeniden sahne önüne gelerek ara verdiklerini söylemek zorunda kalıyor.  Susuyoruz...

Tiyatro geceleri çok kalabalık olmasına rağmen bu akşam salon fazla dolu değil. Oysa senfonik konser bence tiyatroya tercih edilebilecek kadar güzel. Hülya Avşar aklıma geliyor. Gene bir laf etti ve gündeme oturdu.Tiyatroda” dedi,sanatçılar çok bağırarak konuştuğu için içtenlik yok.”  Tabii herkes buna itiraz etti. Ama bence haklılık payı vardı. Ne kadar sesini eğitmiş olsa da sanatçı bağırmak zorunda. Bu da doğallığı bir parça bozuyor.



Aradan sonraki ilk parça Mozart'tan. Şef gene açıklama yapıyor. Mozart beş yaşında beste yapmaya başlamış. Kısacık ömründe yani otuz yıl boyunca yaptığı besteleri kopya etmek bile yetmiş yıl sürüyormuş.


Kaçırıldıktan sonra Topkapı Sarayı'na getirilen iki cariyenin hikayesini anlatan eserin adı Saraydan Kız Kaçırma.  Sonraki eser ise Rossini'den Sevil Berberi. Hani şu karikatürlere malzeme olan eser. Sevil Berberi'ni on günde bestelemiş Rossini. Sadece uvertürünü başka bir eserden almış. Toplamı, tam üçyüz elli sayfa sürmekteymiş. 

Son parça Ferit Alnar'dan İki Dans. Alnar on iki yaşında kanun virtüözü olmuş. Sonrasında ise orkestra şefi. Ama alaturkadan kopmamış. Aksine iki müziği birleştirebilmek için çaba harcamış. İcra edilen parçada bunun etkileri açıkça görülüyor zaten.

Konser bitiminde şefle mutlaka tanışmak istiyor ve arkadaşımla birlikte kulise gidiyorum. Kuliste sanatçılar bir an önce toparlanıp otobüslerine gitmek için son derece hızlı bir biçimde hazırlanmaya çalışıyorlar. Şefin odasını sora sora buluyoruz. Son derece güler yüzlü. Hiç yorgunluk belirtisi göstermiyor.  İsminin İbrahim Yazıcı olduğunu öğreniyoruz. Tebrik ve beğenimizi ilettikten sonra mail adresini istiyorum. 


Adresi alıp ayrılıyoruz, kulaklarımızda Sevil Berberi’nin ezgileri... Ruhumuz beslenmiş, keyfimiz yerinde.

14 Şubat 2012 Salı

"Felsefi Roman" Üzerine


“Felsefi Roman” Üzerine

Atalay GİRGİN*

Edebiyat alanında, genellikle Alman Dili ve Edebiyatı üzerine yaptığı çalışmalarıyla bilinen ve tanınan bir insan Prof. Dr. Gürsel Aytaç. Son yayınlanan, Felsefi Roman1 adlı çalışması ile genel olarak edebiyata, onun içerisinde de özel olarak romana felsefeyle bakmaktan söz etmiyor. Aksine bir kategori olarak felsefi romana vurgu yapıyor.    

“Edebiyat ile felsefe ilişkisi, hayat felsefesi anlamında hep var olagelmiştir.” tespitini yapan Aytaç’a göre, “Ciddi anlamda felsefeyi sanat katında ele almak ise ‘felsefi’ olarak niteleyebileceğimiz edebiyat eserlerinde, daha belirgin olarak da felsefi romanlarda söz konudur.” Ancak Aytaç’a göre, romanlar içerik ve konuları açısından sınıflandırılmalarına rağmen, “felsefi roman kategorisi üzerinde pek durulmuyor.”

Felsefi Romanın Neliği

Roman türünde, bağımsız bir kategori olarak ‘felsefi roman’dan söz edildiğinde karşımıza yanıtlanması gereken birçok sorunun çıkması da kaçınılmaz oluyor. Bunların başında yer alan da “Felsefi roman nedir?” ya da “Felsefi romanın neliği nedir?” sorusudur. Keza peşi sıra gelen, “Felsefi olanı felsefi olmayandan ayıran nedir?”, “Konusu ve içeriği açısından ele alındığında, hangi konunun, hangi içeriğin felsefi sayılıp sayılmayacağının ölçütü nedir? Bu ölçütün belirleyicisi kim ya da kimlerdir?”, “Konusunun felsefiliği, bir romanı felsefi kılmaya yeter mi?”, vb. türden sayıları çoğaltılabilecek sorular da yanıtlanmaya muhtaçtır. Ancak ne yukarıdaki soruların hepsini ne de olası yeni soruları bu yazının sınırları içinde yanıtlamak mümkündür.

Bundan dolayı, Aytaç’ın “Felsefi Roman”ı bağlamında, yalnızca birinci soruyu, yani “Felsefi roman nedir?” sorusunu yanıtlamakla yetineceğim. Felsefi roman örnekleri olarak ele alıp incelediği “eserlerde biçim olgusunu önemsediği”ni özellikle vurgulayan Aytaç’a göre, “felsefi roman, felsefi görüşleri ete kemiğe bürüye”n, “onlara adeta can ver”en, “ruh kat”an romandır.Dolayısıyla “felsefi romanlar, felsefi düşüncelerle beslenmiş yaratıcılık (sanat) ürünleridir.”

Aytaç çalışmasında, felsefi romanın neliğine ilişkin ayrıntılı, kuramsal açıklamalar ve ölçütler ortaya koymuyorsa da, biçim olgusuna verdiği önem gereği, J. J. Rousseau’nun Emile’sini felsefi roman örnekleri arasına almayışını açıklarken, şunu vurguluyor: Felsefeyle uğraştığı, araştırma alanı felsefe olup da romancılığı deneyenlerin sanatçılığı sürdüremedikleri söylenebilir, aynı iyi romancı olduğu halde felsefede öğrenciliği aşamayanlar olduğu gibi.

Aytaç’ın Felsefi Romanlarından Birkaç Örnek

Aytaç, kitabında, felsefi roman örneği olarak seçtiği on beş romana yer veriyor. Yeni soruları ve beraberinde konu üzerine tartışmayı beraberinde getirmesi olası olan bu örneklerin başında, 12. Yüzyılda İbn Tufeyl tarafından kaleme alınmış, Hayy Bin Yakzan yer alıyor. Genel olarak tarih, özel olaraksa düşünce ve edebiyat tarihi çalışmalarının sağladığı veriler ışığında, roman vasfına sahip olan ilk yapıtın hangisi olup olmadığı tartışmalı (ki bazıları için ilk örnek Cervantes’in Don Kişot’udur) olmasına rağmen, Aytaç, “Literatürde ilk felsefi roman olarak geçen” bu yapıtı, “Giriş” ile “Son Söz” arasında yer alan kurmaca özelliğinden dolayı, ilk sıraya yerleştiriyor. Ki peşi sıra sormak gerekiyor: Bu durumda Hayy Bin Yakzan, aynı zamanda ilk roman mıdır? Eğer ilk roman değilse ve ondan öncesi varsa, onların felsefi olmamalarının ölçütü nedir?  Her roman kurmacadır, ama her kurmaca roman mıdır?

Kitapta incelenen bir diğer felsefi roman örneği ise Alman Edebiyatı’ndan Chistoph Martin Wieland’ın, “Agathon’un Hikayesi”. Aytaç, söz konusu incelemesinde, ilk felsefi roman olarak Hayy Bin Yakzan’ı kabul etmesinden dolayı, “Agothon’un Hikayesi”ni değil ama, yazarı Wieland’ı “Yalnız felsefi romanın değil, yeni Alman romanının” da “ilk temsilcisi” olarak niteliyor. Felsefi romanın ilk temsilcisi, neden ilk felsefi romanın da yazarı değil? Ya da ilk felsefi romanı yazan, neden felsefi romanın ilk temsilcisi değil?

Aytaç’ın felsefi roman örnekleri arasında, Thomas Mann’ın “Büyülü Dağ”ından, Zamyatin’in “Biz”ine; Sarte’ın “Bulantı”sından Peyami Safa’nın “Yalnızız”ına; Hikmet Temel Akarsu’nun “Nihilist”inden Ahmet Ümit’in “Bab-ı Esrar”ı ve Elif Şafak’ın “Aşk”ına dek bir dizi roman var. Keza konusunun felsefiliği bağlamında da Gürsel Korat’ın “Rüya Körü” ile Max Frisch’in “Bin ya da Peking’e Seyahat” adlı romanları.

Bu noktada bir genelleme düzeyinde şunu belirtmek gerek: Her roman, şu ya da bu düzeyde felsefi olanı içerir. Bazılarında yazarların olumlu ya da olumsuz anlamda etkilendiği filozofların düşüncelerine, onların izlerine rastlanır. Bazılarında filozoflaşan yazarların kendilerine özgü felsefi düşünce ve çıkarımlarına… Çünkü A. Galip’in “Tartışılan Roman”2 adlı çalışmasında da belirttiği gibi, her romanın şu ya da bu ölçüde, “etik ve estetik” boyutu vardır. Romanda ortaya konan, kurgulanan her etik ilişki, tasarlanan her etik problem, onun, yani romanın özelde etik genelde ise felsefi niteliğine işaret eder. Peki; bunların varlığı, bir romanı kendi başına felsefi roman kategorisine yerleştirmeye yeter mi? Ya da ortaya konan problemlerin, ele alınan konunun felsefiliği, kimi filozofların düşüncelerine dayanması, bir romanın felsefi roman kategorisinde yer alması için yeterli midir? Eğer yanıtınız “Evet!”se, bu durumda söylenebilecek yegâne söz şudur: Hiçbir romancı üzülmesin, hangi başlık altında sınıflandırılmış olursa olsun, her roman felsefidir.    

Aytaç’ın, felsefi romanın neliğine ilişkin, kuramsal anlamda yeterince açımlanıp temellendirilmemiş önerme ve düşüncelerinin olanaklı kıldığı sorular ve olası yanıtlar, “Felsefi Roman” kitabının sınırları dışına taşacak tartışmaları beraberinde getirecek gibi görünüyor. Yalnızca bu da değil, sanırım, Aytaç’ın felsefi roman örnekleri de bu tartışmalardan olumlu ya da olumsuz anlamda payını alacak.          



* Felsefe Öğretmeni, Yazar; http://atalaygirgin.blogspot.com

1 Gürsel Aytaç, Felsefi Roman, 132 sf. Phoenix Yayınları, Ankara.
2 A. Galip, Tartışılan Roman, Algı Yayın.